Bir seçim dönemini daha yaşıyoruz, milletçe. Bir kez daha önemli bir tercihte bulunacağız. Önemli, zira ülkemizdeki bu seçim, Amerika’sından Fransa’sına, dağdakinden bağdakine, uzak doğudan güney sınırımıza herkesin ilgi odağında. Hasılı, dünya medyasının manşetlerine, batı dergilerinin kapaklarına taşıdığı bir meseleden bahsediyoruz…
Gel gör ki bu meseleleri konuşmak, içeride farklı sesleri beraberinde getiriyor. Kutuplaşmadan kalıplaşmaya, yandaşlıktan yardakçılığa falana filana ağzı olan bir türkü tutturmuş çığırıyor… Hele dindarsanız, siyaseti ağzınıza alamaz, tercihinizi beyan edemezmişsiniz havası estiriliyor.
Garip, değil mi?
Her neyse, bunlar yaşanırken birkaç mevzu zihnimde dolaşıp duruyordu, onlardan bahisle -en azından kendi adıma- tarihe not düşmüş olayım.
Bugün maddi-manevi yaşanabilir bir vatandan bahsediyorsak bu, “bayrak düşmesin”, “Allah’ın dinini yaşayacağımız vatanımız elimizden gitmesin” diye canlarını feda eden kahraman şehitlerimizin varlığındandır. Yara da alsa sancağı elinden bırakmayanların, bayrağı diğerine devrederek kendi düşse de bayrağı düşürmeyenlerin şuurlu ve gayretli cihatlarındandır.
Hayat devam ediyor ve yaşanmışlıklar halihazırda yaşananlar üzerinden istikamet kazanıyor…
Tarihler 2009. Yer Amerika’nın Pittsburg kenti. G20 liderler zirvesi aile fotoğrafı çekilirken bir adam eğilip durması gerektiği noktada yerde bulunan ülkesinin bayrağını bulunduğu yerden kaldırıp cebine koyuyordu. Aynı şekilde, 2012’de Meksika’nın Los Cabos şehrinde ve 2013’te Rusya’nın St. Petersburg kentinde benzer şekilde, “bayrak düşmesin” diye cihad eden ceddinin ruhaniyatıyla, yere düşürülerek bizzat o ülkenin en tepesindeki adama ezdirilmeye çalışan bayrağına eğilerek diğerlerinin karşısında dikleşiyor/yüceliyor ve ülkesini yücelten o tavrı gösteriyor, binaenaleyh, Bayezid-i Bistami Hazretleri misali, milletin gönül kubbesinde sevgi bayrağını dalgalandırıyordu…
Ona, Recep Tayyip Erdoğan, diyorlardı.
Ona, bu ümmetin kabul edilmiş duası, diyorlardı…
Net ve belirgin bir hali vardı ki o da dua alması/dua alıyor olmasıydı. Belediye başkanı seçildiği dönemlerden başlayarak muhaliflerinin söylediği, ikrar ve itiraf ettiği; ehl-imanın da şuur ve idrakiyle gördüğü bir şey daha vardı ki o da “Allah onun tarafında” sözleriydi. İlk gündeme geldiği dönemde yağmur yağma meselesi vardı. Böyle denmişti: “Allah onun tarafında ne yapalım kardeşim!”
Şimdi doğalgazdan petrole, bordan uranyuma, TCG’den TOGG’a kadar pek çok şey var ki, nihayetinde bunlar nasip meselesiydi de… Kimlerin gönlünde yoktu ki! Ama herkes ibnüzzamandır, Erdoğan bu zamanın çocuğu ve nasiplisidir. Görünen/gördüğüm budur.
Asıl mesele ise bu görünmüşlüklerden, itiraf ve ikrarlardan sonra geliyor. Ya “İşittik ve isyan ettik” ya da “İşittik ve itaat ettik” demek gerekiyor. Ki -itaat olursa- ulülemrin mazhar olduğu inayetler üzerinden, hükumet ettiği cumhur da memleket de nasipdar olsun. Değilse helak olan kavimlerin hüsranı gibi, kazanılan şeylerin kaybı endişesi ve neticesiyle mutazarrır olmak acısı yakar hepimizi…
İnsan, fıtratı gereği hayra da şerre de kabildir. Kimse kusurdan, eksiklikten, hatadan ari değildir. Kimse cenneti hak etmez, o ihsan-ı ilahidir. Ama insandan beklenen, emredilen ve nehyedilen üzerinden %51’dir. Üzerine koyulan her bir rakam ihsandır, ikramdır, inayettir.
Velhasıl, gölgesi altında berhayat olduğumuz bayrağımız düşmesin, bayrağımızı düşürmeyenleri Allah aziz eylesin. Gün vardır ki Ulubatlı Hasan olmayı gerektirir. Gün vardır ki tercihini, sadece cüzdanı için veya yanlış algısı için değil de fotoğrafın büyüğüne bakarak, dalgalanan bayrağın gölgesinin ulaştığı her yeri görerek kullanmaktır.
Son sözü Arif Nihat Asya’dan söyleyelim:
Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin altında öleceğim.