Bu gece, Berat Gecesi. Rabbimizin “Benden af dileyen yok mu; onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu; rızık vereyim. Şifa dileyen yok mu; şifa vereyim” dediği rivayet edilen gece.[1] Senede bir defa gelen üç aylar ve onlar içindeki manevi kazancın büyük olduğu gecelerden ve ikinci bir Kadir Gecesi olarak beyan edilen mağfiret gecesi.
Beraat lügatte; “Bir işle ilgisi bulunmama, temiz ve arı olma anlamına; beraat etmek ise, temize çıkmak, suçsuz olduğu anlaşılmak, aklanmak” manalarına gelmektedir. Osmanlı döneminde de bir göreve getirilen, aylık bağlanan, ayrıcalık, nişan ya da san verilen kimseler için çıkarılan padişah buyruğuna isim olmuştur.
Yani berat, imtihan için bulunduğumuz şu dünyadan, emanetin hakkını vererek ayrılabilmektir. Allah bu dünyadan, bu gecede yapacağımız ve yapılacak ibadetler, dualar hürmetine, vakt-i merhunu geldiğinde, geldiğimiz gibi tertemiz gidebilmeyi nasip eylesin. Kabil olduğumuz devlete yani nimete haiz ve nail olabilmekle bizleri şereflendirsin…
Cümlemize bu gecede ve her zaman dua edebilme nimetini bahş eylesin.
Bir zaman bir büyük zattan dinlemiştim. Hacca gitmeyi çok arzu eden adamın birisi bir kafileyle birlikte hacca gider. Eski zaman, binekler hayvanlardan müteşekkil, dolayısıyla yayan yolculuk yapılmaktadır ve menzilinden maksuda ulaşmak üç ayı bulmaktadır.
Yola yolcu, yola refik gerek. Bundan dolayı “Tarikten önce refik” denilmiştir. Yol, arkadaşla güzeldir. Yol uzadıkça konuşmalar da artar. Muhabbet şakalaşmaya, latifeleşmeye doğru yol alır. Şöyle böyle derken adım adıma değer, nihayet baş Kabe’de secdeye vasıl olur.
İşte bu yolculukta da böyle olur. Maksuda ulaşılır. Hulus-i kalple niyetler, dualar arz edilir. O çok arzulu adam da hac boyu olması gerekeni en içten haliyle yaşar. Dönerlerken içlerinden birileri o adama “Hani senin beratın nerede?” derler. Adam üzülür, kahrolur, hemen geri döner ve Kabe’de diz çöker yalvarmaya başlar. “Rabbim! Arkadaşlara verdiğin beratı ben de isterim. Bana da beratımı ver. Yoksa ben geri nasıl dönerim…” diye niyazda bulunur.
Ve gökten zümrüt yeşili bir berat verilir kendisine. Tayy-ı mekân mıdır yoksa bast-ı zaman mıdır, arkadaşlarına yetişir. Arkadaşları beratını alıp almadığını sorarlar. O da sevinçle elini setiresinin gözüne götürürken “Evet!” der. Elbisesinin cebinden çıkardığı beratı arkadaşlarına uzatır.
Zaman durur. Mekân bilinci sıfırlanır. Gözler fal taşı gibi açılmıştır. Soran adam ağlamaya başlar. O mübarek, samimi, ihlaslı adam “Üzülme der, neden ağlarsın? Al benimkini de seninkinin yanına koy!”
Zerreden küreye her şeyin onun emriyle hareket ettiği bir zatın huzurundaki ben, bu akşam beratların dağıtıldığı gece. Farkında olup, müteveccih olup, dua ve niyaz nimetiyle beratını isteyenlerden olabilecek misin? Yoksa “Berat Kandiliniz Mübarek Olsun” yazarak mesaj atmakla mı yetineceksin?
Maraş’ta depremde vefat eden Ahmet Kır’ın bir videosu paylaşılmıştı. Videoda, yine bir iman dersi için bir araya gelmişler, öncesinde birisi telefonla kayıt alıyor, ortamı paylaşıyor. Ahmet Abi de ölümün ne zaman geleceğinin belli olmadığı, her an hazırlıklı olmanın lazım geldiğini söylüyordu. Allah ona da bütün ehl-i imana da rahmet eylesin. Beratını alanlardan olmalarını nasip eylesin.
Evet, insanı ölümden koruyan ecelidir. Ölüm için herhangi bir musibet şart değil. Onun için benim bir şeyim yok, bana bir şey olmaz gibi söz veya tavırlarla gaflete düşerek beratını kaybedenlerden olmamalıyım. Olmayalım!
Beraat gecesinin bereketi üzerinize olsun.
Hayır dualarınıza talibim.
[1] İbn Mace, İkametü’s-Salât, 191; Tirmizî, Savm, 38