Depremin olduğu andan bu tarafa yüz otuz saat geçmişken iki aylık bir bebek gözlerini ışığa açtı. Altmış gün sonra yeniden doğuyormuş gibiydi. İsmini bilen yoktu. O, sadece bir bebekti. Fıtri olarak, yeni/den doğduğu dünyaya/hayata tutunmaya çalışıyor, sağlık görevlisinin parmağını emiyor, güvenli bulduğu eli sımsıkı tutuyordu.
Gözlerini hayata ilk defa açtığındaki gibi bir sevinç yakalamıştı hem alandaki hem ekranları başındaki herkesi. Diğer taraftan, daha iki aylık bir bebeğin nasıl olup da hayata tutunabildiğini anlamakta zorlanıyordu belli ki zihinler.
Zira, o enkazın altında yüz otuz saat boyunca ne yiyip içtin sen, diyordu bazı ağızlar. Bilmem kaçıncı mucize diyordu, başka bir muhabir.
Evet, mucizeler yaşanıyordu, insan üstü şeyler oluyordu. Mağarada sıkışıp kalan üç gençte olduğu gibi. Balığın karnına düşen Yunus (as)’da olduğu gibi. Dokuz ay dar bir alanda dünyaya hazırlanan her bir bebekte olduğu gibi. Karda boy veren her bir kardelen çiçeğinin hayata mazhariyeti gibi…
Dokuz ay anne karnında kalmış, en mükemmel şekilde beslenmiş ve dünyada kullanacağı bütün donanımıyla doğmuştu, adı geçen bebek. Tıp ilmine müracaat edip hikmet nazarıyla, marifet lisanıyla okusak ne büyük bir mucize olduğunu hepimiz daha net görürüz. Bugün de altmış gün önceki gibi, karanlıkta olduğu o enkaz yığının altından günler sonra tekrar “merhaba” dedi, herkese.
Ve “size yeni bir rahmet ve kudret mucizesi…”
Ecel gelmemiş ki vefat etmemiş, günler sonra yeri buldurulmuş ve salimen yeniden ışığa ve havaya ulaşmıştı. Anne karnında olduğu gibi, burada da Rabbinin rahmetiyle muhafaza edilmişti.
Anne karnındayken bağlı olduğu kordon, sebepleri gözümüze perde yapmasın. Ki Allah’ın kudretine ve rahmetine ulaşmakta zorlanmayalım.
Ve unutmayalım ki dikkatle baktığımızda etrafımızdaki her şey mucizedir. İnsan üstüdür. Sonsuz rahmet ve kudret eseridir. Nefes alıp vermekten ayakta yürüyor olabilmemize, dünyanın dönüş hızından güneşe olan mesafesine, üzerine bastığımız çimden dağlara… her şey.
Rabbim Bize Bir Gül Emanet Edip Altı Sene Koklattı…
Başka bir rahmet tecellisi de Mehmet kardeşimizin oğlu Ahmet’ti. Altı yaşındaki Ahmet kısa süre önce annesiyle beraber memleketi Hatay’a gelmişti. Onlar da depreme yakalandılar. Onlar da günler sonra enkaz altından salimen çıkarıldılar.
Fakat Ahmet için vade, enkazdan çıkıp babasını bir kez daha görüp vedalaşacak kadarmış. Babası Almanya’dan kalkıp gelmiş, oğlunu enkazdan çıkarmış, vedalaşmış ve Rabbine teslim etmişti. Teslim olmuştu. Bir Müslüman ve müminin metanetiyle şöyle okumuştu rahmetin tecellisini:
“Ahmet’imizi Allah yarattı, bize satmadı, hediye de etmedi.
Bir süreliğine emanet etti.
Biz süreyi bilmeyince hep elimizde kalacak vehmettik, ama süre bu kadar imiş…
Velhasıl bugün Sahibi emanetini almayı irade etmiş.
Başkası alacak olsa itiraz ederdim, ama sahibi isteyince ne diyeyim.
Kendime ait bir mülkü yabancı birisi almaya çalışsa direnirdim. Ama el değil de sahibi isteyince ne denir?
Rabbim bize bir gül emanet edip altı sene koklattı… Altı senenin her anı için binler şükür borçluyum…
Devamı inşallah cennette…”
Cümlesine rahmet olsun…