Dün Fatih’teydim. TGTV Yönetim Kurulu Başkanı Yıldız’ın annesinin vefatı münasebetiyle gelmiştim. Gelmiştik. Hem yönetimden hem de camianın farklı STK’larından bilindik isimler de iştirak etmişlerdi.
Bu tarz bir araya gelişler, uzun zamandır görmediğiniz insanlarla karşılaşmanıza, sohbet edip hasret gidermenize de vesile oluyor. Müslümanın Müslüman üzerinde bir hakkı olarak cenaze namazına iştirak etmek vecibe, bu tarzda bir araya gelişler ve görüşmeler de ayrı bir güzellik…
Öğle namazını kılıp cenaze namazına geçtik. Namaz kılındı. Sonra “Din Nasihattir” hadisinden bahisle, bir imam-hatip konuşma yaptı. Ölüm en büyük nasihat olsa da bazen insan, içinde olduğu şeyin farkında olamayabiliyor. Nasihatçi olarak mevta ortada duruyor olması bile, istenen farkındalığı oluşturup beklenen dersin alınmasına fikren taşıyamayabiliyor insanı.
Hele vefat eden kişi ihtiyar, hasta veya ölümü beklenen birisi ise bu tesir daha cılız kalabiliyor. Fakat ortamdan bahisle birisi nasihat ederse bir parça o havayı hissedebiliyor, başınızı öne eğip kendinizi, ölümünüzü, amellerinizi tefekkür edebiliyorsunuz.
Neyse, imam-hatip konuşmasında şöyle cümleler kullandı. Kur’an sadece okunmak için değil okuyup anladıklarımızla amel etmek için gönderilmiştir. Fakat biz Kur’an okumayı amel edindik, okuduklarımızla amel etmeyi rafa kaldırdık. Evet, okuduğumuz Kur’anların bir sevabı, mevtaya/ahirete göçmüşlerimize faydası var mı? Elbette var. Fakat Kur’an sadece bunun için inmiş değildir.
Buna benzer kullandığımız bir cümle daha var: araçları amaç edinmek.
Mesela para kazanmak. Peki, para ne için kazanılır, kazanmak için neden yoğun çaba harcanır? İaşeyi temin etmek, bunun dışına taşan gelirler ise, ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmak için. Ya daha çok para ne için kazanılır? İaşe çok değişmeyeceği için, başkalarına daha çok yardımcı olabilmek, bunun neticesinde de Allah’ın rızasını kazanmak için…
Eyvallah. Şimdi dönüp nefsime bakıyorum, acaba şu iki şeyden hangisine yönelik çalışıyorum. Dağıtmak için mi? Pek öyle gözükmüyor. Peki iaşe için mi? İaşe aile nüfusu adediyle sınırlı ve bir insanın yaşayabilmesi için zaruri olan şeyler de kısıtlı. Peki görece çok olmayan bu kazancın yönlendiği yer neresi? İşte burası yanlışa düştüğüm/üz nokta olarak karşıma çıkıyor: Biz zaruri olmayan ihtiyaçları artırıyoruz. Daha doğrusu, hayati ihtiyaç olmayan şeyleri, olmazsa olmaz ihtiyaç gibi görüp oralara yoğunlaşıyor, harcamak istiyor, harcamak için de kazanmaya çaba sarf ediyoruz…
Kapitalizmin önümüze koyduğu en büyük karadeliktir belki de bu: ihtiyaç olmayan şeyleri ihtiyaç gösterip oraya mesai harcatmak. Sıkıntı sadece mesaiyi yanlış harcamakla kalmıyor tabi. Oraya harcadığımız mesaiyi, asıl harcamamız gereken yere harcayamamak gibi bir fatura daha çıkıyor karşımıza.
Sorsak, hep yoğunuz, hep doluyuz, hiç zamanımız yok… Ne yapıyorsun peki, desek? Ohooo, ek iş, yeni proje, ikinci iş… Ne umuyoruz, bütün bu meşgalelerden? Daha çok para kazanmak. Peki, bu gerçekten işimize yarıyor mu?
Bu soruyu kendimize sormak ve hepimizin kendi özelinde suali değerlendirmesi iyi olabilir. İhtiyaç ve ihtiyaç dışı olanlar herkes için farklı olabilir zira. Fakat arada es verip düşünmenin, tefekkür etmenin zararı değil, bilakis faydası olacaktır. Saatte iki yüz kilometre hızla giden bir aracın içinden tabiat seyredilmez. Önce yavaşla, sonra dur, sonra arabadan çık ve etrafı fark et. Derin bir nefes al ve temiz havayı ciğerlerinde hisset.
Bunları düşünürken Malta çarşısı tarafına gelmişim. Bir arkadaşı görmeye niyet etmiştim. Öyle de oldu. Oradaki sohbet muhabbet güzeldi. Yaşadığım lahuti ve tefekküri atmosferden kopmuşum. Çünkü başka dünyevi projeler konuşmuşuz birkaç saat boyunca.
Ama dönüş yolunda ve bu saate kadar cenaze konuşmasıyla başlayıp devam eden şu cümleler ve düşünceler peşimi bırakmadı. Kalıcı olmak adına şimdi satırlara dizildiler.
Umarım sadırlara da şifa olurlar.