Bugün, her gün mesaisini aksatmadan, tam vaktinde işbaşı yapan güneş, şu saatlerde bizim ve dünyanın dikkatini bir kez daha kendine çekmeyi başardı. Neden böyle söylüyorum? Çünkü etrafımızda o kadar çok nimetler var ki biz çoğu zaman ancak üzerine gölge düştüğünde ya da menfaatimize zarar geldiğinde fark edebiliyoruz…
Vesileyle haydi şöyle bakalım:
Güneş, üzerinde yaşatıldığımız dünyayla beraber diğer on bir gezegeni ve peyklerini bir arada tutan, birleştirici güce sahip kılınmış önemli bir aktör.
Güneş, ışık ve ısı başta olarak pek çok nimetin tevziat memuru olarak iş gören, bizlerin imdadına koşturulan musahhar bir memur.
Güneş, varlığının yerleştirildiği ve korunduğu konumuyla -timsahın jilet gibi keskin dişleriyle yavrusunu tutup taşıdığı- dengede iş gören ve asla hududunu aşmayan dakik ve amik bir dellal.
Güneş, sadece sayısal verilerle budur deyip geçiştirilemeyecek kadar kıymet ve ehemmiyeti haiz önemli bir mahluk.
Lakin biz, senede ancak birkaç kez gözümüzü yukarıya dikip ona hayretle bakıyor, varlığına göstermediğimiz hayreti ayın ardına gizlendiğinde oluşan karanlığa duyuyoruz. Sizce de garip değil mi?
Çıplak gözle dikkatimizi çekebilecek en önemli varlıktır, güneş. İbrahim (as) varlığı sorguladığı ve ümmetine ve sonradan gelenlere anlattığı o ibretlik ders ve vakıada, “Acaba benim Rabbim güneş mi?” diye sormuştu. İlk dikkati çeken oydu çünkü. Ne karanlığı delen yıldızlar ne de gecenin kandili güneşe yetişememişti.
Evet, böyle bir meselede bile ilk ve en dikkat çeken şey güneşti!
Yüz yıl öncesine kadar, hatta daha da beri getirebiliriz, güneşin perdelendiği bu zamanlarda teneke çalıp, tüfek atıyordu insanlar. Derdi, kameri korkutup güneşin önünden çekmek olanlar da vardır belki ama hayretlerini bu şekilde dile getirdikleri vakıa, bu başka acip!
Şimdilerde de elimize gözlükler alıp, gözümüzü zararlarından korumaya yönelik aparatlarla yüksek yerleri işgal ederek hayret ifadeleri söyleyip, taaccüp hallerine giriyoruz. Ya bu ve neden?
Çünkü güneş, dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor.
Eyvallah ama hepimiz görüyoruz ki aslında güneş duvardaki saatten farksızdır. Saatte zamanı okuyan insan da semada asılı güneşin bu halinden, daha doğrusu varlığı ve bu haliyle dikkatleri üzerine çekmekten mana olan şeyi araması gerekmiyor mu? Yani bu saati bu duvara asanı bilmek, var olanın işaret ettiği şeye bakmak iktiza etmiyor mu?
Ne demişti İbrahim (as), “Ben batıp gidenleri sevmem!”
Kaç dakika sürdü tutulma, şu kadar. Sonra?
Güneş aynı güneş ve orada duruyor. Varlığı o kadar zahir ki önündeki karanlık kaktığında unutup gidiveriyoruz. Sonra hiçbir şey yokmuş gibi gündelik/dünyalık koşuşturmalarımıza devam ediyoruz.
Peki, az önce ne oldu?
Güneşle bize ne anlatıldı?
Asıl dikkatlerimizi çekmesi gereken şey neydi?
Bu ve benzeri suallerden azade hayretle göğe kalkan gözlerimiz sıradanlıkla toprağa dönüyor, karanlığına hayretle baktığımız güneşin aydınlığından uzaklaşıp kendi karanlıklarımıza yüz çeviriyoruz…
Bak, akşam oluyor. Birazdan güneş (tabir-i cazile) batacak. Yine bir şey olmamış gibi, garantisini almışız gibi ertesi gün doğacak güneşi beklemeksizin karanlığımızı aydınlattığını var saydığımız ekranlarımıza gömüleceğiz. Ardından yorganımızı çektiğimiz başımızın karanlıklarına yol alacağız.
Belki bir yerlerde birileri, bu harikulade hadisenin işaret ettiği Rabbine dönecek ve hayretini küsufa dair namazıyla ifade edip, her şeye baş eğdiren Rabbine karşı secdeye gidip niyazda bulunacak.
Gecenin en karanlığında bile, güneş ve aydınlatma vazifesini gören her şeyin yitip gittiği zamanlarda bile, kabirde nur ve ışık olacak namaza sığınacak, hayretten gayrete gelip muhabbetini ve kulluğunu izhar edecek, kim bilir…
Onlardan olmak duasıyla, bugün yaşadıklarım böyle geldi dile…