Uzun zamandır görüşmediğim bir ağabeyim/dostumla görüştüm bugün. İlk tanıdığım zamanki heyecanını kaybetmemişti. Aynı ses tonu, aynı heyecanlı ve kararlı hali devam ediyordu üstünde.
Burada heyecan kelimesine bir hak/yer vermek gerekir diye düşünüyorum. Zihnimde şöyle bir cümle var zira: “Osmanlı neden yıkıldı?” sualine tarihi, sosyolojik, askeri vb. cevaplar verilmiştir mutlaka. Ama birisi bu sual için şöyle cevap veriyordu:
“Heyecanımızı kaybettik!”
Anladım ki heyecan, işin şuurunda olmanın önemli bir işareti.
Allah, dava heyecanımızı kaybettirmesin hiçbir zaman.
Oradan buradan konuşurken laf lafı açtı, yıllar önce kendisinden dinlediğim ve bende tesir icra etmiş ki onu hep o haliyle hatırladığım şu hadiseyi ben açtım, anlattım; o da tamamladı. Hadise şudur:
Bu hala heyecanını kaybetmediğini gördüğüm abim/dostum, iman ve Kur’an hizmetleri de yaptığı ve öğretmen olarak bulunduğu ilde aynı zamanda bir dükkân da işletiyormuş. Bir gün yine dükkânda rızkını beklemiş, beklemiş, beklemiş… Artık kapatma zamanı gelmesine rağmen müşteri, olur ya, nasip ya o zamana kadar gelmemiş. Derken, gözü dükkân önünde etrafa bakınan birine ilişmiş.
Hemen yanına gitmiş. İçeri buyur etmiş. Adam “Yok” demiş. Çay teklif etmiş. “Yok” demiş. “Sen misafire benziyorsun, buralarda ilk defa görüyorum seni, yemek ısmarlayayım” demiş. “Yok” demiş yine adam.
“O zaman sen bana ısmarla, benim karnım aç. Bak ben memurum. Aynı zamanda burada rızkımı arıyorum…” deyince adam içeri gelmiş. Meğer gurbetçiymiş. Memlekete gezmeye gelmiş. Bir şeyler almak için de çarşıya çıkmış ve yukarıdan beri saya geldiğim hadiseler yaşanmış.
Adam dükkânda nereye baksa hemen oradaki malzeme iniyor, adamın önüne seriliyormuş. Malzemeler hakkında malumatlar veriliyormuş. Sohbet pazarlama üzerinden son sürat gidiyormuş. Bu şekilde adam üç yüz dolarlık alışveriş yapmış. Dostum sevinçli şekilde eve gelmiş. Elini yüzünü yıkayıp kafasını kaldırdığında aynada kendisiyle yüz yüze gelmiş ve hıçkırıklarla ağlamaya başlamış. Hanımı, çocukları ne dediyse “Lütfen beni yalnız bırakın” demekle yetinmiş…
Bu halin sebebini de şöyle anlatmıştı, bugün tekrar etmiş olduk: Ben bir sürü dil döküp o adamı ikna ettim ve alışveriş yapmasına ve neticede bu paraları kazanmaya sebep oldum. Ama o adama iman ve Kur’an davası hakkında veya hakikatleri hakkında hiçbir şey anlatmadım. Çok para kazanmış olmak mı ki mesele, ben ona hiçbir şey anlatamayacak kadar kopmuşum o an?
Kendisine de tekrar söyledim bugün; sen benim hafızamda anlattığın şu hadise ile kalıcı oldun ve ben seni hep bununla tarif ettim, dedim ve öyledir de…
Davası uğrunda böyle heyecanlı olabilmek ve heyecanlı kalabilmek kolay değildir.
Davanın önüne hiçbir şey geçirmeden hareket edebilmek kolay değildir.
Davanın önüne geçebilecek en küçük şeyde bile bu kadar hassas kalabilmek kolay değildir.
Ben bu ağabeyimiz/dostumu her gördüğümde bunu hatırlamışımdır, bugün de öyle oldu.
Bir söz vardır hani “Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli” diye… Çoğu kimseden duyarız, “Ben eskiden şöyle…” vs. cümleler. Halbuki hayat devam ediyor. İlim de hizmet de gayret de beşikten mezara değil mi?
Efendimiz (sav) Hud Suresi için “Beni ihtiyarlattı” demişti. Zira bir ayette “Emrolunduğun üzere dosdoğru ol” deniyordu.
Arada aynaya bakmak lazım, ama yukarıdaki gibi; gerçek kendini görmek için. Seni sen yapan şeylerin farkındalığını korumak için. Zaman değişse de, asır başkalaşsa da senin değişmemen için…
İşte bugün kalbime bu cümleler de geldi görüşmemizin arkasından… Madem yaşadıklarımı yazıyorum, bunu da yazmalıyım dedim. Zihnimde, kalbimde kalıcı olsun istedim.
Benimle beraber okuyup istifade eden olursa da ne a’la…