Kurban Bayramı vesilesiyle sıla-i rahim yapmak ve arkasından kısa bir müddet de olsa İstanbul dışında kalıp Rabbimizin yarattığı muhtelif ve müteaddid güzellikleri görmek nasip oldu. Bu kısa sürede odaklanabilmek, daha sakin ve yavaş ilerleyen zaman içinde etrafı fark edebilmek nimeti de ayrıca güzeldi…
Hemen her öğünü bahçede, bağda, dağda veya farklı bir mekânda geçirmek, etrafın durumuna göre soframıza ya yakından bizzat ya da uzaktan sesiyle katılan mahlukatın farkında olmak, nimete hem muhtaç hem de mazhar ne kadar çok şeyin var olduğunu görmek, buradan tedai ile de farklı muhtaçlıkların idrakine varmak imkânı bulduk.
Nihayetinde kâinat bir kitaptı ve her vesile ile okumak, okumaya çalışmak ve tabii ki ders almak insani bir durumdu.
Efendim, memleketimizde -en azından bizim dünyamızda- vazgeçilmezlerin başında çay geliyor. Tabiatla iç içeliğin olduğu zamanlarda ise bunun yanına bir de semaver ekleniyor. Semaveri yakmak ise hem kendine cezbeden bir meşgale hem de insanı tanımak için harika bir eğitim aracı…
Nasıl mı?
Geçen sene bu vakitler, yine bu blogda detaylarını yazdığım yazıda da görüleceği üzere Karadeniz turuna çıkmıştık. Bizde, oradan dönerken Amasya’dan aldığımız bir semaver var. Altta ateş yakılan bir bölüm ve üzeri suyun içinden geçen bir baca. Arada da yukarının küllerini aşağı geçiren delikli bir kısım. Semaveri yakmak için öncelikle alt kısımda küçük parça odun, dal vs. bulundurmak ve bunları kâğıt, çıra veya kozalakla tutuşturmak, sonrasında da onlara göre daha kalın parçalarla beslemek gerekiyor.
Aynı şekilde üstten de küçük dal parçaları atmak, alttan gelen ateşle tutuştuktan sonra da görece kalın parçalarla desteklemek icab ediyor. Bundan sonraki temel mesele ise, üstten sürekli bir şeyler atmaya cezbeden o işi yapmamak. Yani ateşi asla boğmamalısınız. Sıkboğaz etmemelisiniz. Hem baca hem de odun takviyesi vazifesi gören üstten lüzum ettiği kadar atacak, sonra duracaksınız. Ancak içindekiler azaldıkça besleyeceksiniz…



Semaveri her yakışta bunu hatırladık, büyük odunları tutuşturmak için küçük dalları kullanmalısınız. Küçük parçalar, daha büyükleri, daha büyükler de daha büyükleri tutuşturmaya ve ateşi çoğaltmaya yarıyor.
Bu yaşanmışlık, devam eden hayata dair ipuçları verdi bize.
Dedi ki, semaverde buna dikkat edeceğiz ama kendimizde uyanık olacağız. Efendimiz (sav) bu konuda bizi ikaz etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Küçük görülen günahlardan sakının! Çünkü onlar bir kimsede birikir de neticede onu helâk ederler.”[1]
Ebu Hüreyre (ra)’dan rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmuştur: “Kul bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta vurulur. Eğer nefsini bundan alıkoyup istiğfar eder ve günahtan dönerse, kalbi bu lekeden arınarak cilalanır. Günahlara tekrar dönerse, bu nokta çoğalır ve neticede kalbini tamamen kaplar. İşte bu, Allah Teâlâ’nın şu ayet-i kerimede zikrettiği kalbin paslanmasıdır: ‘Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini paslandırıp köreltmiştir.’ (Mutaffifîn, 14)”[2]
Konuyla alakalı okumalarımızdan hatırımızda kalan başka bir bilgi de şuydu: “Evet, günah kalbe işleyip, kalbi siyahlandıra siyahlandıra, ta nur-u imanı kalbden çıkarıncaya kadar kalbi katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük manevi bir yılan olarak ısırır.”[3]
Semaverin yakılabilmesi için önemli olan bir meselenin biz insanlar için ne kadar hayati bir konuya dikkat çektiğini hayretle görmüş, vesileyle hatırlamış ve aramızda değerlendirmekle kalıcılığına katkı sağlamış olduk.
Semaverin üst kısmıyla ilgili olarak sıkboğaz etmemek, boğmamak, haddi aşarak hareket etmemek meselesi ise hayatın içinde en çok yaşadığımız, maruz kaldığımız, yaptığımız bir iş olarak yerini korumaktadır.
Semaverin her dumanına boğuluşumuzda bunu da dillendirmiş olduk. Ümit ederim ki farkındalığımıza ve davranışlarımızda daha dikkatli olmamıza vesile olur.
Bunlara dikkat edilirse çayın tadına doyum olmuyor; değilse, hiçbir şeyin tadı olmuyor, bilesiniz…
[1] Ahmed, I, 402-403; V, 331
[2] Tirmizî, Tefsîr, 83/3334; İbn-i Mâce, Zühd, 29. Ayrıca bkz. Ahmed, II, 297