Sosyal medya çığırtkanlıklarıyla yaşayıp gittiğimiz bir hayata uyanıyoruz her sabah. Uçlarda yaşanan, dolayısıyla stres ve sıkıntı yükleyici bir güneş doğup batıyor her gün hanelerimize, sinelerimize…
Olanı değil de gölgesini konuşmak derdi kol geziyor şehrin sokaklarında. Tek şarkıya indirgenmiş sanat, şikâyet bestesi dokunuyor biteviye tezgahımızda.
Herkes müşteki… Peki, faturayı kime keselim?
Gelin, faturayı kesmeden Musa (as)’ın hayatından iki hadise iktibas edip sonra konuşalım.
Musa (as), kendisine ve tebliğ ettiğine inanan insanları alarak gelen vahiy üzere gece yola çıkmış ve şehri terk etmiştir. Ne var ki firavun ve ordusu şehri terk etmelerine rağmen takibe devam etmiş, nihayet Kızıldeniz kenarına gelmişlerdi. Musa (as)’ın beraberindekiler, -ortamın psikolojisine atfen benim cümlelerim olarak yazıyorum- “Eh Musa, yaptığın yapacağını. Bir tarafımız deniz, diğer yanımız kana susamış firavun ve askerleri. Önümüz ölüm, arkamız ölüm.” dediler.
Zahire bakmak böyle söyletir. Aklını mühendis yapıp, oturmadığı çözüm koltuğundan seslenmek de böyle söyletir.
Ama Musa (as) şehirden ayrılırken de, gece yola çıkarken de, buraya gelirken de vahyin emrine tabiydi. Şimdi beklenen de vahiy olmalıydı. “Asanla denize vur diye vahyettik. (Vurdu ve) Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu.”[1] ayeti gelmesiyle, söylendiği gibi oldu ve ayetin beyanıyla Musa (as) ve beraberindekiler karşıya geçtiler.
Vahye tabi olanlara açık olan kapı, diğerlerine kapalı olmak hasebiyle, deniz, firavun ve askerleri üzerine kapandı ve boğulup gittiler. Firavun, hala ibret olarak Londra’daki British Museum’da teşhir edilmektedir.
Şimdi gelelim, aktaracağım diğer hadiseye…
Musa (as)’a vahyedilir, denilir ki “Bana bende olmayanla gel.” Musa (as) “Sende olmayan nedir ki ey yüce Rabbim?” diye hayretini ifade eder. “Bana acziyetle, yoksullukla gel ey Musa” denir, “bende olmayan yoksulluktur, acziyettir.”
Musa (as)’ı dönemin en güçlü, varlıklı ve zulmetli yapısına karşı dik tutan, bugün yanlış algıladığımız kudret, varlık, para, şöhret vs. değildi. Dahası, elde olanların nefisten ve kendinden değil, Allah’tan olduğunu bilmek demek olan aczini itiraf edebilmekti.
Şimdilerde cereyan eden ve konforumuzu rahatsız eden sıkıntılarımızın/faturalarımızın farklı muhataplık ve sorumlulukları cihetiyle mesuliyetini taşıyanları var elbette. Herkes kendi mesuliyetini yerine getirmekle mükellef.
Fakat bu vesileyle kendimize odaklanmak, kendi mesuliyetimizi fark etmek, bize düşen ne kısmına bakmak da gerekmiyor mu?
Kaynaklar sınırlı olabilir, bu bizi tasarrufa yönlendirmelidir, lakin ümitsizliğe sevk etmemelidir; zira Allah’ın kudreti ve nimeti sonsuzdur, o kudretten sonsuz istifade de ancak aczini bilerek Allah’a yönelmekle mümkündür.
Bunu fatura kesmek modunda değil de farkındalık olarak almak daha doğru olur belki. Çözüm bizde çünkü. Ama bugünün dünyasının kulağımıza üflediği “sen bir devsin” formatında değil, fıtratımıza yerleştirilen Allah’a karşı aczimizi bilmekledir.
Ve fatura ödemek boyutu bir tarafa, bize bakan en önemli nokta burasıdır. Burayı çözersek, diğer kısımlar emin olun daha kolay çözülecektir. Delilim de şu ayettir:
“Kim Allah’tan sakınırsa, (Allah) ona (her darlıktan) bir çıkış yolu kılar. Ve onu hesab etmediği yerden rızıklandırır!”[2]
[1] Şuara, 63
[2] Talak, 2-3