Kar yağacağı haberleri hepimizi ne kadar da heyecanlandırmıştı. Hemen herkes duygusal olarak hazır olduğu gibi, lüzum gördüğü maddi başka hazırlıkları da katarak beklemeye başlamıştı. “Bu aralar meteorolojinin verdiği haberler saati saatine tutuyor” sözleri de sesli olarak dillendiriliyordu artık. Kar yağacağına -hiç olmazsa- kuvvetli bir ümit doğmuştu, hemen herkesin yüreciğinde…
Evvelki senelerde Vali beyin tivit hesabı pik yapardı, tatil oldu mu, olacak mı, ne olur olsun, diye… Şimdilerde, okullar zaten tatil olmuş olmakla birlikte, bazı sosyal medya hesapları bu işi üstlenmiş, dahası millet oralarla ciddi etkileşim kurmuş gözüküyor; anlık, canlı paylaşımlar heyecanı daha da yükseltiyor…
İlerleyen saatlerde yavaştan işler hızlanmaya, kar fırtınasıyla gelen kar yağışı kısa sürede her tarafı beyaza bürümeye, hatta trafiğin felç olmasına sebep olmakla araçların hareket edemez hale gelmesine doğru ilerledi havadis…
Elbette gözler, sırf bu iş için garajlarında bekletilen, tam da bu zamanda sokaklarda olması gereken, işi araçlar yolda kalmasın diye ön alıp yol açması gereken araçları ve ekipleri aramaya başladı. Kar fırtınası aniden bastırmıştı ama nasıl ve ne zaman olacağı o kadar sarih ve anlaşılır şekilde ve yoğun olarak duyurulmuştu ki, yukarıda da söylediğim gibi, bütün çocuklar poşetleri hazırlamış bekliyorlardı, işi bu olanlar hariç…
Daha önce de yoğun kar yağışları oldu. Kritik yerlerde mevzilenmiş, avını gözleyen kartal gibi bekleyen kar küreme ve tuzlama araçlarını görmek, dahası ihtiyaç duyulduğu anda hızır gibi yetiştiklerine şahit olmak mümkündü. Bu kez olmadı maalesef. Bu kez araçları göremedik. Yollar da tuzlanamadı. Sebep nedir, ben şahsen bilmiyorum ama olmadı, onu net görüyor ve biliyorum.
Akşam haberlerde gördüm, bazı kar küreme ve tuzlama araçlarını. Lakin bunların kendisine faydaları yoktu. Birisi durduğu yerden kalkamıyor, diğeri yollarını açması gereken araçlara çarpa çarpa ilerliyordu. Gördüğüm kadarıyla himmet beklenen -ismi işe uygun olsa da işlevi uymayan- bu araçların kendine hayrı yoktu…
Ve derken araçlar yollarda kilometrelerce kuyruklar oluşturdu. Saatlerce araçlarında mahsur kaldı insanlar. Kürenmeyen ve tuzlanmayan yolların mahkûmu mağdurlar oldular, koca şehirde…
Sevildiği söylenen şehrin insanlarının tadı tuzu kaçtı. Tuzun sevgiyle olan bağının farkında olunmadığından mıdır, işin liyakatinden mi o da ayrıca konuşulur; ben hikayesine odaklanıp diğer tarafı size bırakayım…
Evvel zamanlarda bir padişah ve bu padişahın üç kızı varmış. Bir gün kızlarını çağırıp “Beni ne kadar seviyorsunuz, güzel kızlarım?” demiş. Büyük olan “dünyalar kadar”, ortanca “kucak kadar”, küçük de “tuz kadar” severim babacığım demişler.
Masal bu ya tuz olayına fena kızmış padişah ve zindana atılmasını emretmiş. Bu kötü hale kayıtsız kalamayan bir muhafız, bir gün kızı gizlice zindandan çıkarmış ve saraydan uzaklaştırmış. Vardığı bir köyde, zenginlerden biri himayesi altına köle olarak almış. Büyüdükçe çok güzel bir hanımefendi olmuş. Güzelliği dillere destan olmuş, nasip olmuş, bir padişahın oğlu ile evlenmiş.
Gel zaman git zaman, küçüklüğünde yaşadığı hadiseden bahisle, kocasından, babasını yemeğe çağırmasını istemiş. Hazırlıklara başlanmış, kızın padişah babası ziyafete çağrılmış. Yemek yeneceği gün padişah, yanında aveneleri ile saraya gelmiş.
Padişah ve beraberinde gelenler hangi yemeğe ellerini uzattılarsa geri çekmişler. Zira yemekler tuzsuzmuş. Aç kalanları seyreden kız, ayağa kalkıp padişaha doğru, “Padişahım, küçük kızınızı, sizi tuz kadar sevdiği için zindana attırmışsınız ya, işte o küçük kız benim. Bugün bütün yemekleri tuzsuz yaptırdım ki ne kadar kıymetli olduğunu anlayasınız” demiş.
“Koca yemekte tuz nedir ki?” denmiyor işte. Tek sebep oraya bağlanmasa da bugün İstanbul’da yolların tuzu eksik kalınca neler olduğunu hep beraber yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz.
Tuz lügatlerde farklı geçse de bugünün literatürüne liyakat, tedbirli ve iş bilir olmak, gerçekten nasıl sevilmesi gerektiğinin göstergesi demek olarak geçti…