Bazen bir fotoğraf, anlatılmak istenenden çok daha fazlasını anlatıyor, etkisi yıllarca sürebiliyor. Bu cümleleri basına ve civardaki kameralara yansıdığı kadarıyla bildiğimiz/gördüğümüz, patronun -arabası kirlenmesin diye- işçisini bagajda taşıdığı o görüntüler/haberler üzerine yazıyorum. Hadisenin oluş şekli itibariyle söylenen şeyler var elbette, fakat resmin ortaya koyduğu algıdan bahisle -başta nefsim olarak- öz eleştiri babında yazacağım…
Her ne kadar şahıs kendisi istemese de koltuk üzerine serilecek basit bir naylon/örtü konuyu tartışmasız çözebilirdi, illa kirlenmesin isteniyorduysa. Fakat öyle olmamış, bagaj daha rahat bir çözüm olarak görülmüş ki öyle hareket edilmiş.
Her ne sebeple olursa olsun, bu hareket, aslında bir hakarettir. Zahire/kıyafete hasr-ı nazar, kirli olduğu söylenen kıyafetin ve buna bağlı olarak içindeki insanın bagajda taşınması gereğini netice vermiştir.
Hani bir gün evde bir gürültü kopmuş, ertesi gün komşular sormuşlar: “Akşam sizin evden bir gürültü geldi, hayır olsun inşallah hocam!” Hoca cevap vermiş: “Yok bir şey, cübbem merdivenden yuvarlandı.” Bunun üzerine komşuların, “O gürültü neydi o zaman?” sorusuna hoca, “Yok yok hakikaten cübbem yuvarlandı ama içinde ben de vardım” demiş…
Olan oluyor, tedai ile olan başkaları da beraberinde getiriyor elbette. Bu fotoğraf, insanı gördüğümüz/getirdiğimiz noktanın bir göstergesi. “Niye almadın arabaya?” “Elbise kirliydi!” Tamam da içindeki insanı ne yapacağız? Arabanın genel kullanım kuralları bile küçük bir çocuğun anlayabileceği açıklıkta koltukların insan, bagajın eşya için olduğunu beyan ettiği bu durumu, elbisenin kirliliği üzerinden değerlendirmek, keyfiyete/insana değil de kıyafete bakan çirkin nazarı ve ahlaki durumumuzu ortaya koyuyor.
Modelin sonu gelmese de kullandığımız son model arabaları bile öküz arabası modunda kullanmak, (kimseye bir şey demeksizin) ön koltukta oturanın (kıyafeti ne olursa olsun) keyfiyetinin ne olduğunu da açıkça resmediyor, eder.
Olacak ya, arabanın markası üretildiği ülkenin dilinde “halkın arabası” anlamına geliyor. Ya başka bir şey olsa ne olurdu Allah bilir!
Bu kıyafet ve keyfiyet meselesi zamanımızda hakikaten can alıcı/sıkıcı noktalara kadar gidebiliyor. Tamam, insanlar kıyafetleriyle karşılanır ama konuşmalarıyla/keyfiyetleriyle uğurlanırlar. Kıyafet hiçbir zaman keyfiyetin önüne geçmemeli. Lakin insan olan yerde kibir, gurur, enaniyet, gösteriş gibi zararlı haller var ki zamanında Mevlâna Hazretleri de “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok” demiştir.
Yine Nasreddin Hocaya atfedilen bir hikâye şu kıyafet meselesini özetler mahiyettedir:
Hocayı bir gün ziyafete çağırırlar, o da günlük elbisesiyle gider. Hiç kimse Hoca’ya itibar etmez, ilgi gösterip buyur etmez. Hocanın bu duruma canı sıkılır. Konjonktürde nazarların keyfiyete değil de kıyafete nazır olduğunu gördüğünden olsa gerek evine gidip yeni aldığı kürkünü giyer ve tekrar gelir ziyafete. Hoca’yı daha doğrusu kürkü görenler, onu kapıda karşılayıp baş köşeye alırlar.
Hoş beş derken yemekler gelir. Hoca kürkünün ucunu sofraya uzatarak, “Ye kürküm ye” der. Kıyafet ehli şaşkınlıkla olup biteni anlamaya çalışırken Hoca şu ibretlik dersi verir: “İtibar bana/keyfiyete değil de kürke olunca, bu yemekleri yemek onun hakkıdır diye düşündüm!”
Asıl mesele ceket kravat değil, içindekidir, insandır. Kamete kıymet veren çaput değil, ahlaktır. İnsanın asıl, eşyanın teferruat olduğu dünyaya tez zamanda uyanmak duasıyla…