Bugün oradan buradan konuşurken mevzu kaygılar, insanın yaşadığı ruhi problemler üzerinden ilerledi. İnsanın birbirini iyileştirici yanı varken neden birbirini yaralar, sıkıntıya sokar hale geldiği minvalde devam etti…
Şikâyette bulunan kişinin kendisi dışında herkesi ve her şeyi suçlaması en anlaşılır/anlaşılmaz konu olarak önümüze geldi…
Geldiğimiz noktaya ışık tutacak iki fıkra vardı zikrettiğimiz, onları önden paylaşmış olayım.
Fıkraların kahramanı Temel, randevu alarak doktora gider. Doktor neyi olduğunu sorduğunda şu ilginç problemini söyler. “Doktor Bey! Benim sıkıntım şu ki elimi nereye değdirsem orası ağrıyor.” Durumun ciddiyeti anlayan doktor gayet sakin bir şekilde parmağına bakılmasını ve röntgen çekilmesini ister. Sonuç beklediği gibidir. Temel’in ağrıyan yeri parmağın dokunduğu yer değil, dokunan parmağıdır. Zira parmağı çatlamıştır.
Kahramanı yine Temel olan bu ikinci fıkrada ise Temel İngiltere’dedir. Nadir güneşli güzel bir günde jaguarına atlayıp trafiğe çıkar. Türkiye trafik kurallarıyla seyahat ettiği yolda, anladığı kadarıyla radyodan acil bir anons duyar. Anonsta “Trafikte bir sürücü ters şeritten gitmektedir, dikkatli olunuz” denilmektedir. Ve bu anons karşısında şunu demekten kendisini alamaz: “Ne birisu, hepisu hepisu…”
Hayat zıtlarla dolu, evet. İnsan bazen yanlış yoldan gittiği için tokat yiyor. Bazen imtihanda olduğunu unutup nefsin arzu ve isteklerinin yerine gelmediğinden bahisle şikâyet ediyor. Kendi varlığının, var edenin varlığına hizmet ettiğini unutabiliyor. Hadiseleri değerlendirirken kaderin hükmünü hesaba katmayabiliyor. Haz ve ücrette kendini ileri atıp, mesuliyette geri durabiliyor…
Yukarıda sayılan bu durumları ya gaflet edip görmezden geldiğinden ya da gerçekten şuurunda olup hareket edemediğinden dolayı da sıkıntıyı insan yine kendisi çekiyor. Ruhi problemlerle cedelleşiyor. Sıkıntı şu ki bu sıkıntıların kaynağını, Temel’in trafikte yanlış yönde hareket ettiğinden bahisle yapılan anonsa karşıdakilerini suçlu kendini masum bilerek davrandığı ve söylendiği gibi, insan da yanlış olarak kendini masum, hariçteki her şeyi suçlu görebiliyor…
Halbuki en hafif durumda bile başa gelen hadiselerde insanın şahsının hissesi dörtte birdir. Diğer dörtte bir de kadere aittir. Diğer çeyrek ise farklı çevre etkenlerine. Karşıya/muhataba düşen de diğer çeyrektir.
Bu hesaba göre hareket edebilse insan, öncelikle nefsine hisse vererek varsa hatası görüp düzeltme yoluna gidebilir. Diğer taraftan, bütün suçu karşıdaki muhatabına veya kadere yüklemeyerek zulmetmekten kurtulur. İlişkilerini daha yürütülebilir seviyeye çekebilir.
Geçen birisi bir derste “Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız” cümlesinin ne demek istediğini sual edince sorduğu kişi şöyle cevap vermişti. Buraya gelmezden evvel öncesinde geçen “Allah için vermeli, Allah için almalıyız” cümlesini anlamamız lazım. Biz gerçekten Allah için mi veriyoruz? Gerçekten Allah için mi alıyoruz?
Cümlelerin geçtiği Birinci Söz risalesinde inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlardan bahisle onların nasıl karşılıksız verdikleri bize örnek gösterildiğinden bahsedilir. Veya ağaçların…
İnsan verdiğinde onlar gibi olabiliyor mu? Vermeyi sadece para, mal olarak değerlendirmemek lazım elbette. Sevgimiz, merhametimiz, bilgimiz, kardeşliğimiz, arkadaşlığımız, hizmetimiz ve hakeza…
Ya alırken? Alırken de her şeyin Allah’tan geldiğini bilerek hareket edebiliyor muyuz? Mesela hastalık geldiğinde “Of! Puf!” demeden, sabır içinde şükredebiliyor muyuz? Yaşadığımız hadiselerde başımıza gelen olumsuz durumlarda “Benim buradaki hissem ne?” acaba diyebiliyor muyuz? “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” diyebiliyor muyuz?
Yanlışın bizden kaynaklı olabileceğini hesaba katabiliyor muyuz?
Sadece dur ve düşün!