Bugün muhabbet ederken rutin kelimesi önemli bir yer kazandı sohbet içerisinde. Siz de karşılaşmışsınızdır, belki de size sorulan “Nasıl gidiyor?” sualine cevap olarak da söylemişsinizdir. “Rutin işler işte!”
Böyle durumlarda söylenen bu cevap genelde olumsuzluğun işareti, olandan şikâyet cümlesi olarak söylenmekte ve öyle de anlaşılmaktadır. Fakat çoğu zaman rutinimizin durduğu yeri ve kıymetini takdir edemediğimiz de vakıadır. Ben bugün bunu hisse aldım nefsime.
Sonra rutinime baktım. Sıcak bir yuvam ve güzel bir ailem var. Düzenli gidip geldiğim bir işim ve Allah hepsinden razı olsun güzel iş arkadaşlarım, kardeşlerim de var. Her sabah evimden rahat ve huzurla çıkıp yine her akşam rahat ve huzurla dönebiliyorum. Karnımız tok, sırtımız pek. Soğuktan koruyan ayakkabılarım ve yağmurdan koruyan dış elbiselerim de var, hamdolsun.
Günün şartlarının getirdiği, farklı sebeplerle “canımız yandı” dediğimiz durumlar var/olabilir ama onlar, kaplıca suyuna girmişsin de hareket ettiğinde derinin yanması kabilinden. Nihayetinde kaplıcadasın, yani bir nimet içindesin. O nimetin varlığıyla birlikte içinde rahmeti besleyen zahmetleri olur elbette. Dolayısıyla rutinimi bozmaz. Belki bir parça içinde bulunduğum nimete karşı farkındalığımı artırır…
Geçtiğimiz gün medyaya bir haber yansıdı. Nerede olduğu bir tarafa, bir anne, elleri donmasın diye kendi çoraplarını çocuklarının ellerine geçirmiş, çocuklarını kurtarmak adına kendini feda etmiş, vefat etmişti. Ya Suriye’de yaşananlar… veya Irak… ve dünyanın farklı yerlerinde rutini bozulan insanlar…
Şöyle bakıyorum da kendime, biz fazlaca dünyevileştik ve nefsin arzularına olabildiğince teşne olduk herhalde… Normal hayat akışımızı bozan virüse bağlı olarak evde kaldığımız dönemler oldu, hatırlarsınız. Ondan rahatsız olduk. Eski normalimize/rutinimize dönmek istedik. Halbuki gariptir ki öncesinde de dönmek istediğimiz o normalden şikâyet ediyorduk…
Acaba biz farkında olmadan şikâyet etme hastalığına mı tutulduk? Her halükârda rahatsızlık beyan etme lüksüne mi kapıldık? Hastalık hastası gibi daha iyi peşine düşerek ulaşamayacağımız bir “iyi” aramanın azabını mı yaşıyoruz?
Hatırladığım bir hikâye var, onunla toparlamış olayım. Bir mahallede gençlerin dikkatini çeken güzelliğe sahip bir kız varmış. Güzelliğinin zirvede olduğu o genç yaşlarında kimseye dönüp bakmamış. Hep ağırdan almış. Hep ulaşılmaz kalmış…
Aradan yıllar geçmiş. Herkes farklı sebeplerle farklı illere/diyarlara savrulmuş. İçlerinden biri bir zaman bir vesileyle memlekete/mahalleye gelmiş. Orada kalanlarla sohbet muhabbet derken mevzu zamanında güzelliğiyle bilinen o kıza gelmiş. “Sahi o kıza ne oldu? Ne yapar, ne eder şimdi?” demiş, ziyarete gelen. Arkadaşı, “Sorma! O kimseye yüz vermeyen, kendini ulaşılmaz gören kız sonradan evlendi barklandı, şurada oturuyor” diye cevaplamış.
Adam merakına yenik olarak kadının yaşadığı, gösterdikleri eve gelmiş. Kadının kocası gittikten sonra kapıyı çalıp kendini tanıtmış ve “Merakımı mazur gör, o ulaşılmaz sen nasıl oldu da böyle bir adamla evlenebildin?” diye sormuş. Kadın, “Bunun cevabı için sana bir iş vereyim” demiş. “O zamanlar gerçekten bana gönül verdiysen, o duygu ve hisle şu bahçedeki en güzel çiçeği bana getir. Ama bahçede ilerlerken geriye dönmek yok” demiş.
Adam inmiş bahçeye… o güzel, bu daha güzel derken duvarın dibine gelmiş. Daha güzeli ararken eli boş kalmış. Bulduğu kara kuru otu alıp kadının yanına dönmüş.
“İşte” demiş kadın, “ben de böyle geldim duvarın dibine.”
Bir gün biz de duvarın dibine geleceğiz. Hayat bir merdiven gibidir. Nazarımızı en yukarıya, en iyiye dikersek basamaklardaki nimetleri görmediğimiz ve şükrünü eda edemediğimiz gibi, şaşkınlıkla basamakları atlamaya çalışarak ayağımızı kaydırır ve tepetaklak olabiliriz.
Bundan dolayı şikâyet etmezden evvel elimizdekilere bakıp, bulunduğumuz basamaktaki nimetleri görüp şükrünü eda edelim.
Biliyoruz ki şükür nimeti ziyadeleştirir.
Sır, biziz.
Kendimiz…