Zaman zaman kullanmayı sevdiğim köprüdür, Küçükçekmece Köprüsü. Mimar Sinan merhum tarafından 1560 tarihinde inşa edilmiş. Köprüye girdiğiniz andan itibaren sanki başka bir boyuta geçmiş gibi oluyorsunuz. Martıların çığlıkları zaman farkını kapatmanıza vesile olsa da girdiğiniz boyuttan çıkmak hiç kolay olmuyor… Hiç bitmesin yolculuğum der gibi ilerliyorsunuz zamanda, ta ki köprünün diğer ucuna ulaşana kadar…
Aynı duygularla dahil olduğum zaman yolculuğunda başka bir boyuta adım attım bugün. Martılar, karabataklar, göl, ufuk, batan güneş derken köprünün dere tarafındaki kayıklara/teknelere ilişti gözüm. O an tam olarak hatırlayamadığım bir söz üzerinden şu cümleler döküldü dilimden: Teknelerin bağlı olduğuna bakma sen, hayallerimiz umman-ı bî sahilde cevelan ediyor…

Önümüzdeki ay için İrfan Mektebi dergimize gelen yazılardan birsi de hayal başlığını taşıyordu. “Kalbin hizmetkârı, ruhun sanatkâr bir şairi olan hayal” diyordu. Ve devam ediyordu: “Hayal, insan fıtratındaki duygular içinde en hafif ve en serbest olanıdır. İnsan aklen ulaşamadığı yerlere hayal vasıtasıyla ulaşabilir. İnsanın eli kısa, hayalin eli uzundur. Hayal zayıftır ama yatağa mahkûm olan sahibine (bile) dünyayı gezdirir.”
O esnada suya yansıyan halleriyle tekneleri kayda alıyordum elimdeki telefonla, kayda sığmayan hayaller eşliğinde. Selamet buldukları limanlarına sığınmış küçük gemilerin/teknelerin sükuneti hayalimi daha da hırçınlaştırıyor, sakinlikleri beni daha da ötelere taşıyordu. Bundandı herhalde yukarıda sarf ettiğim dilimden dökülen, hayallerimiz umman-ı bî sahilde cevelan ediyor cümlesi…
Akabinde Risale-i Nurda geçen şu cümle geldi zihnime. “Bir gaye-i hayâli olmazsa yahut nisyan basarsa, ya tenâsî edilse, elbette zihinler ene’lere dönerler. Etrafında gezerler. Ene kuvvetleşiyor, bazen sinirleniyor. Delinmez nahnü olsun. Ene’sini sevenler, başkaları sevmezler.”[1]
Girdiğim köprü beni balıkçıya taşıyacaktı. Bundan dolayı o köprü üzerindeydim. Peki, üzerinde seyahat ettiğim ve mimarı/hailkı Allah olan bu dünya da bir köprü değil miydi? Nerede başlamıştı yolculuğu ve nerede sona erecekti acaba? Ben bindiğim günü hatırlamasam da doğum günü olarak kayıtlara giren şey, dahil olduğum zamanı gösteriyordu. Ya ineceğim gün? Kimse biliyor muydu, yazandan başka?
Aynı hizada yan yana gelmiş, iki yönde de sonsuza giden noktalar kümesine “doğru” diyor matematik. Benim dünyada bulunduğum süre ise, iki nokta -yani doğum ve ölüm- arasındaki doğru parçası. Matematiğin hayata yansıyan başka bir yönü… Neyse…
Telefonun açık kamerası üzerinde deklanşör vazifesi gören daireye dokunduğumda bir misalini elektronik olarak kayda aldığım sabit görüntü üzerinden savruldu gitti zihnim işte böyle…
Ben ve haricimdeki her şey parçalara ayrıldı. Halbuki on dakika önce evden çıkmış, arabayla meydana kadar gelmiş, sırf köprüyü kullanmak için sokakta park etmiş, köprünün 461 yıllık zengin dünyasına girmişken şu teknelerin beni taşıdığı bu boyut, evet zihnimi paramparça etmişti. Kim bilir belki de parçaları bütünlememe yardımcı olmuştu…
Gaye-i hayal olmazsa diyordu cümlede… Benim gayem balıkçıya gidip, Ayhan Beye “Merhaba! Bugün balıklar nasıl?” demekten ibaret olamazdı herhalde, değil mi? Dahil olduğumdan çıkacağım zamana kadarki parçanın ötesinde iki sonsuz uca uzanan bir doğrunun parçası olmanın tefekkürünü genişletmek ve köprünün tarihinden ve bana yaşattığı hazdan çok daha fazlasına uzanmak vardı; ve evet bugün onu kıyıya bağlı duran kayıklar haber veriyordu bana…
Unutulanı hatırlatıyor, dünyada sadece ben üzerine yoğunlaşmaktan kurtarıyor, nazarımı topluma ve dahası bütün mahlukata çevirerek büyük aynadaki resmi görmeme ve hayatı idealize ederken bu pencereden bakmama sebep oluyordu.
İşte olan buydu!
[1] Mektubat Mecmuası, Hutbe-i Şamiye, s. 499