Her mevsimin kendine göre yapılması gereken işleri, alınması gereken tedbirleri var. Şehirde esasa ait bu işlerin çoğuna şahit değiliz. Bizim kendimizce aldığımız tedbirler yağa zam gelecek markete koş, kış geliyor AVM’ye git mont lazım modunda…
Hafta sonu, Ankara öncesi Kandıra’ya geldik. Baraj yolundan girmek istedim ilçeye, zira ağaç, su, renk harmonisinin verdiği hissiyat bambaşka oluyor. Baraja yaklaşırken su kenarındaki tarlada çift süren traktörle karşılaştık. Tarlada izi olmayanın harmanda gözü olmaz demiş atalar, al sana tedbir. Bunun üzerine devam edebilirdi yazı, fakat manzara karşısında hayal de yazı da başka tarafa meyletti. Bir an her şey silindi, Aşık Veysel’den başlayarak tatlı bir hayale daldım gittim…
Ne diyordu şair:
“Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülinen
Benim sadık yârim kara topraktır…”
Toprağı biz insanlar için gıda, ilaç, maden ve bereket kaynağı olarak yaratan Allah’a hamd ettim. Necm Suresi 39. ayetin beyan ettiği “Şüphesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur!” hakikatiyle gayur ve mütevekkil insan modelini düşündüm.
Ardından dünyaya geldikten sonraki ilk fotoğrafım düştü hayalime. Yine böyle bir Kasım ayında kundaktayken çekilmiş o fotoğraf. Yine bir tarla ve durmak, dinlenmek bilmeden çalışan gayur insanlardan annem ve teyzem… Sonra film kopuyor, traktörle başladığım toprak parantezindeki hayal serüvenim; zira kırkım çıkar çıkmaz öncesinde babamın gittiği ve çalışmaya başladığı Eskişehir hayatım başlıyor.
Arada gidiş gelişler olsa da köye, belli belirsiz fotoğraflar var belleğimde… İlkokul beşinci sınıfla beraber tekrar köydeyiz. Köyün okulu ve bir de sınıfı var. Sınıfta her sınıftan öğrenciler… Elektrik henüz gelmemiş. Gaz yağı, lamba ve kandil, çıra; henüz evlerde su yok, her birisinin tadı farklı sulara sahip çeşmeler ve pınarlar da o dönemde girdi dünyama.
Bütün köylü Köroğlu’nu izlediğimiz bir kare hatırlıyorum bizim evde. Zira elektrik olmadığı için televizyon, buzdolabı vs. yok kimsede. Biz şehirden göçüp gelmişiz, elektrikle çalışan eşyalar olsa da elektrik yok. Elektriğin köye geldiği ilk zamanlardan işte o kare…
Her birisinin ismi olan büyük baş, hatta küçük baş, hatta iki ayaklı hayvanlarla tanıştım yine o tarihlerde… Düven sürmüşlüğüm bile var, karasabanla çift sürüldüğü dönemlerde bizim dağ köyünde. Öküz arabasıyla sap/saman taşınırdı; elimiz toprağa, ayağımız suya değerdi.

Sonra okul bahanesiyle önce ilçeye, sonra ile, daha sonra da büyük şehre/İstanbul’a geldim. Hayatımız olan şeyler bir dönem özlemimiz, sonra nostalji olmaya başladı; istesen de gidemez olduğun, gitsen de bir müddet seyredip iç geçirdiğin zamanlarla ve hallerle sınırlı kaldı/kalıyor…
Traktörle açılan bu hayal penceresi o kadar tatlı geldi ki bana, o kısa anda genişleyen hayal dünyasında süresi az, fakat tadı uzun bir atmosfer yaşadım.
Yukarıda bahsi geçen dönem ve ahvalde mesela ayçiçeğinin o zamanlarda ekiminden kesimine, ellerimizde sopalarla döverek tanelerini çıkarmaya, sonra da o kafalarla ister savaş ister araba yapmaya kadar bütün süreçlerini doya doya yaşardık. Şimdilerde de ayçiçek konuşuluyor ama her gün zamlanan marka ve azalan kilogramıyla…
Burası hayalden çıktığım, yeniden günümüze geldiğim noktaydı 🙂
Yazı sona gelirken şunu demeden geçemeyeceğim: Dünya maddi manevi bir buhran geçiriyor. Elbette maddi manevi sıkıntılar oluyor/olur; ayet-i kerimeyle sabit ki Allah bizleri imtihan eder/ediyor… Tez zamanda bu sıkıntıları atlatıp bereketle genişleyen rızık ve şükrü nasip etsin Rabbim, cümle âleme inşallah…