Bir zaman Taş ve Çocuk isimli bir yazı yazmıştım, İrfan Mektebi dergimizde. Bugün de Taş ve Dergi isimli bir yazı yazıyorum. Konuları birbirinden farklı olsa da taş ortak noktaları… Her neyse, 29 Eylül – 3 Ekim tarihlerini kapsayacak şekilde Uluslararası Dergi Günlerini yapmak kararını aldıktan sonra, kısa zamanda, fakat inayet-i İlahi ve gayretli arkadaşlarımızın destekleriyle gerçekleştirmek nasip oldu. Fakat yaşadıklarım da bize katıp aldıklarıyla haftamı bir de bu yönüyle zihnimde kalıcı kıldı.
26 Eylül akşamı, yeğenin düğünü için gittiğimiz memleketten dönüş için yola çıkacakken sağ böbreğin olduğu bölgede bir ağrı başladı. Tanış olmadığım bu ağrı beni ilçe hastanesinin aciline sürükledi. Tahlil, iğne ve serumdan sonra bir parça rahatladım. Bekleyen işlerin halecanıyla hemen yola koyulduk. Sabahtan bekleyen işlerin, iki günlük düğün telaşının ve yolun verdiği yorgunlukla yastığa beş kala sızmışım, saat gece 01.30 civarı…
Sabahleyin yeni tanıştığım acının darbeleriyle tekrar uyandım. Bu kez kendimi Kanuni Sultan Süleyman hastanesinin acilinde buldum. Yine iğne ve ilaçlarla ayrıldık. Akabindeki ilk Marmarayla Sirkeci Tren Garına vardım; gelinen noktanın değerlendirilmesi için. Bu arada Çam ve Sakura hastanesine randevu aldık, zira uzman bir doktorun görmesi gerekiyordu.
Zaten dar zamanda planlanan ve devam eden işler iyice sıkışmış ve ekibi de telaşa vermişti. Soğukkanlılık güzeldi, lakin nihayetinde insandık. Salı akşamı sekiz dergi vardı alanda. N’oluyoruz, nerede millet? Ne var ki çarşamba sabah öğlene kadar dergi/ci/lerin çoğu geldi. Doksan stant ve üç yüz otuz kadar dergi vardı.
Ben çarşamba günü 11.00 randevusu için hastanedeydim. Fuar genel koordinatörümüz de aynı hastanede. Hasbünallah ve nime’l-vekil.
Tahmin edildiği üzere böbrekte taş olduğu tomografi ile netleşmiş oldu. Yolu yarılamıştı, fakat ne zaman düşeceğini Allah bilir. Bol su içip hareket etme tavsiyesiyle hastaneden ayrıldık. Akabinde hoop Sirkeci Tren Garı yani fuar alanındaydık. Gelenler, eksikler, ertesi gün açılış var, yapılacaklar vs. derken vakit akşam oldu. Açılış 10.00, kapanış 20.00. hava değişken, kâh güneş, kâh rüzgâr, kâh çiseleme…
Her ne kadar hareket olsa da cereyanda kalmışız zaman zaman. Dolayısıyla taş ağrıları devam etti; bazen akşamdan gece yarılarına kadar, bazen gece yarısından sabaha kadar. Alınan tedbirlerle cumartesiye kadar geldik. Yusuf Kaplan’ın söyleşisinde rüzgârda kalmışım, iyi çarpıldım. Akşamında perişan… Fakat acısı pazar günü çıktı.
Hafta sonu kalabalığı, toplamda 97 etkinlik ve takipleri ve pazar ödül töreni ve kapanış var mesaisiyle cumartesi gecesini de kapatıp pazar sabahına ulaştık. Zaman ilerledi, saat 15.30’u gösterdiğinde kuvvetli bir sancı kavradı yine beni. Törene bir buçuk saat var, fakat ben duramıyorum. Arkadaşlar ambulans çağırdı; siren sesleri, ışıklar ve İstanbul trafiğinde gidebileceğim en hızlı şekilde Okmeydanı hastanesine geldik. Acının büyük kısmını yolda bırakmışım ki hafiflemişti ağrım. Doktor bilgi aldıktan sonra, fuarı hatırlatmamızla iğne talep ettik ve doktorun da reyiyle iğne olup yola revan olduk.
Şimdi ne çakar vardı ne siren. Bulunduğumuz yerden en hızlı şekilde Sirkeci’ye ulaşmanın yolu Taksim, metro ve Kabataş tramvayı gözüküyordu. İlk taksici almadı. Sonradan gelen aldı. İyi ki de o almış. İlk defa gördüğümüz yollardan on dakikada Taksim’e çıkardı bizi; “Telefonları göstermeyin, buralar tekin değil” ikazıyla. Metro ve tramvayla saat 17.00’de gardaydık.
İnsan ne der, kader ne der. Heyecanını yaşadığımız güzel bir iş için çırpınıyorduk. Fakat diğer tarafta acı etrafımda kol geziyordu. Ambulansta tek düşündüğüm kadere teslim olmaktı. Yetişemesem ne olurdu? Arkadaşlar gerekli işleri yapar ve çok da sıkıntı olmazdı. Ama başlarken yaşadığım heyecanı biterken de görmek istiyor muydum, evet. Engel neydi? Milimetrik bir taş…
Alanda Taş isimli bir dergi de vardı. Standa bir yazı asmışlar, ilk taşı günahı olmayan alsın diye. Günah/sızlık üzerine biraz muhabbet etmiştik stanttaki dergiciyle. Taşın şeytana atılan yönüyle, nefsimi yokladım. Mağaraya giren üç gencin önünü kapayan taşı hatırladım bir ara. Taşı ortadan kaldıranın sırf Allah için yaptıkları olan o yaşanmış hikâyeyi geçirdim zihnimden. O koca taşı oradan çeken o halis işlerin beyanını tekrar ettim.
Küçücük taşın hatırlattığı koca taşlardan ebabil ayağındaki taşlara, Taş dergisinden nefse atılması gereken taşlara yol buldu zihnim. Sonra kendime geldim ve milimetrik bir taşın bana verdiği dersi yaşadım.
Yapılan işi gözümün önüne getirip şefaatçi kıldım ve kadere teslim oldum. Dergici tüm dostların birlikteliğinden oluşan güzel tabloyla canlandım ve Allah’a hamd ettim. Mağaramın önünden çekilen kendi küçük ağrısı büyük taşın ikazıyla yeni bir heyecan duydum ve plana sadık kalacağımız güzel işlere niyet edip tevekkül ettim.
Rabbim hep beraber hayırlı niyetimize vasıl eylesin.
Tüm dergicilere selam olsun…
