Sabah 4.45’te alarm sesiyle uyanıp, sözleştiğimiz üzere 5.00’da yol arkadaşım ile buluştuk. Yolda olmak güzel. Yol/yolculuk güzel ama her zaman dediğimiz ve bildiğimiz gibi, tarikten önce refik. Yol arkadaşı güzelse yol, yol güzelse yol arkadaşı güzelleşir…

Çok şükür, erken çıkıp seherin güzelliğini yaşamak ve İstanbul’un trafiğine yakalanmamak hedefine ulaştık. Henüz imsak kesmemişken başlayan yolculuğumuzun güzergahında bir mescitte sabah namazlarımızı benim imametim, arkadaşımın müezzinliği ve iştirak eden cemaatle kıldık ve resmi temaslar için çıktığımız Ankara yolculuğuna “Bismillah” deyip tekrar revan olduk.
Bolu dağında mola verdiğimizde gözüme çarptı kuş yuvası. Dağ, ağaçlar, ağaçta bir yuva… İstanbul’dan her ayrılışın (kısa süreli olmak kaydıyla, zira İstanbul’a alışana uzun ayrılıklar acı verir) verdiği özgürlük haliyle “Evin dışı tabiata, içi insana bakar” sözünü hatırladım. Evet, evin dışı bulunduğu ortamın haline uygun olmalı, içi de sakinine yani orada yaşayana göre olmak zorundadır.

Bu hissiyat harikulade bir haz oluştururken iç dünyamda, diğer taraftan İstanbul ve onun gibi büyük şehirler, hatta hemen bütün şehirler ve belki de bazı köylerdeki evlerin dışının tabiat ile uyumsuzluğu hücum etti hayalime. Ve ehil olmayan müteahhit/mimar elinden çıkan nice verimsiz ev içleri…
Cümle çok güzeldi, kuş yuvası cümleye uygundu, fakat benimle/bizimle ilgili olan taraf maalesef bu cümleye taban tabana zıttı.
Çoğumuz köylerde büyüyüp serpildik. Toprak nedir gördük, bildik, yaşadık… Hayvanı, bitkiyi, börtü böceği tanıdık… Sonra memleket doğduğun değil, doyduğun yer deyip taşı toprağı altın bellenen koca şehirlere akın ettik. Önceleri gecekondularla başladı belki de hayatlarımız şehrin toprak olan kısımlarında. Tabiata uydurulabilir gördüğümüz evlerde başladı hayatlarımız, belki de dışı tabiata uydurulmuş ama içi kesinlikle bize uymayan 1+0 evlerde veya az fazlasında…
Sonra bir virüs gibi yayılan inşaat sektörünün “dar mekân çok para” felsefesi istila etti topraklarımızı. Her kaybedilen toprak parçası, tabiata/tabiatımıza uyumsuz betonlar üretti. Demir kapılarla kapattık yeni hapishanelerimizi. Diğer betonlarla çevirdik etraflarını ki ne güneş ne hava ne de manzara görmesin gözlerimiz/gönüllerimiz…
Onun için İstanbul dışına yapılan her yolculuk bir özgürlük hali verir bana. Tabiatla olmak, tabiatı yaratanın huzurunda olmanın huzurunu yaşatır bir parça. Ve gördüğüm kuş ve yuvası, yukarıdaki cümlenin mana çerçevesinde kıskandırır beni. Özlemimi artırır mazhar-ı esma olan tabiata.
Ne bileyim, belki de toprakla çıkacağımız en uzun yolculuktan önce iç içe olacağımız, topraklı, ağaçlı, hayvanı, börtü böceği olan mekanlarımız/evlerimiz/yerlerimiz olur.
Neden olmasın. Ne demiş Koca Ragıp Paşa: Olmaz olmaz deme olmaz olmaz.
Şehirler, müteahhit ve mimarlar, siyaset ve betonla ilgili daha sonra yazarım belki yaşadıkça/gördükçe/hallendikçe…Yolcu yolunda gerek, arabada yazıyorum bu yazıyı, şimdilik bana müsaade…
