BEREKET KALEMİ: NİTELİK/NİCELİK

Özellikle sivil toplum işlerinde, hayır kurumlarında, dernek ve vakıf çalışmalarında, dini kurum ve kuruluşlarda çalışanlara faydası ümit edilen bir yazı.

“Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.” (Hûd, 11/6) ayeti kapsamında yaşatıldığımız hayata gönderildik; ömür boyu tayin edilmiş rızkımızla beraber. Fakat zamanla öyle bir noktaya geldik ki, hayatımızın en büyük gayesiymiş gibi, nazarlarımız dünyaya ve dünyanın işlerine sarf edilmeye başladı.

Ahirete yönelik işlerde bile -söylemi farklı olsa da zahirde- bu nazar hâkim bir hal aldı nerdeyse. Şunu demeye çalışıyorum: Asıl olan, ahiret hayatı ve Allah’a bakan yönlerdir. Fakat biz, farkında olmadan ya da gafletle, manevi işlerde gayret ederken bile dünyevi beklentileri öne alarak çalışıyor ve beklentilerimizi buna göre dillendirebiliyoruz zaman zaman.

Kulakları çınlasın, eskiden hocalarımız şöyle derdi; sen dersi öğrenmeye çalış, not (100/10) zaten arkasından gelir. Fakat sadece not için çalışırsan, umduğunu bulamadığın gibi, dersi de öğrenemezsin. Bu durum, yaşadığımız hayatta manevi işlerde gayret ederken önceleyeceğimiz şeylere göre de böyledir. Allah ve ahiret için çalışırken beklentimiz öncelikli olarak rıza-yı İlahi olursa, mutabık hareket edeceğimiz fıtri kanunlarla beraber iki dünyamız da mamur olacaktır; kaderin bize takdir edeceği çerçevede. Ama biz not’a yani dünyevi beklentilere odaklanırsak, hakkımızda tayin edilmiş olana kanaatle değil, iç ve dış müvesvislerin tahrikiyle hareket eden nefsimizin arzusuna göre hareket edecek, dolayısıyla takdir edileni beğenmeyecek ve mutsuzlukla beraber ihlasımız da kırılacaktır.

Sivil toplum işlerinde, hayır kurumlarında, dernek ve vakıf çalışmalarında, dini kurum ve kuruluşlarda çalışanlar var ve olacak. Hayatın devamı için mutlaka iaşesi de olacak. Lakin düşünce olarak maddiyat asla maneviyatın önüne geçmeyecek ve geçmemelidir. Halis olanın bereketi içinde gelir. Velev ki sair yerlerde çalışanların buralarda çalışanlardan imkanları daha fazla olsun. 

Esas odaktan ayrılmak, en hafif ifade ile, ihlasımızın kırılmasına sebep olacaktır. Zira ücret ancak Allah’tandır. 

“… Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir.” (Şuara, 127)

Dünyanın sunulmak istenen konforuna kapılmak, ahiret konforumuza zarar verecekse talep edilebilir değildir. Elimizde olanı az değil, azık görmek daha iyi olacaktır; şu dünyada yolcu olduğumuzu unutmamışsak…


Hatırlayalım:

Bir gün Efendimizin (sav) yüzündeki hasır izini gören Hazret-i Ömer (ra) gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz (sav): “Niçin ağlıyorsun ey Ömer?” diye sordu. O da: “Niçin ağlamayayım ya Rasûlâllah! Kayser ve Kisrâ dünya nimetleri içinde yüzüyor! Allah’ın Resulü ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!..” dedi.

Efendimiz (sav), “Ağlama ey Ömer! Dünyanın bütün nimet ve zevkleri onların, ahiretin de bizim olmasını istemez misin?” buyurdu.[1]


Medya Bizi Aldatmasın!

Yapılan manevi işlerin değeri dünyadaki karşılığı ile değil de Allah’ın rızası ve ahiret azığı cihetiyle değerlendirilirse, hayatımızı devam ettirecek bir nimet elbette buluruz, lakin ahirette bitmeyen bir hazineye ulaşırız.

Medyanın önümüze hep dünya, dünyevi zevk ve lezzetler, lüks yaşamlar, hep dünyaca güzel ve iyi şeyler, hep nefsani anlamda zirve noktaları getirmesi ve bunda ısrarcı olması, beklentileri sürekli büyüttüğünden dolayı, elde edilenlere kanaati yok edecek dereceye getirmektedir maalesef.

Bu da nazar kaymasına ve yapılan işin ehemmiyetine değil de sarf edilen zaman ve enerjinin elde ettiği maddiyat ile örtüşmemesine ve bu fikre kapılmasına sebep olmaktadır insan için. Asıl iyiliğin ve güzelliğin ve ücretin dünyada aranmasına yönlendirmektedir.

Yukarıdan beri dillendirmeye ve kendi nefsimde anlamaya çalıştığım konuyu, bir zaman bir zat-ı mübarek, aşağıya aldığım şu yaşanmış hadise ile anlatmıştı karşısındaki muhataplarına. Mezkûr bahisle hatırlamak fayda sağlayacaktır. Ben istifade ettim, inşallah hepimize faydası olur.


İpliği Satmaya Gönderdim

Bağdat’ta dul ve kimsesiz bir kadın vardı. Bu kadının mesuliyeti altında altı yetim çocuğu ve bir de ihtiyar anası bulunuyordu. Kadın, geçimini sağlamak için iplik eğirir, pazarda satıp rızıklarını temin etmeye çalışırdı. 

Zaman geldi, bu dul kadın vefat etti. Altı çocuğun bakımıysa ihtiyar anasına kaldı. Kadın da ip eğiriyordu; her hafta pazara çıkamasa da eğirmeye devam ediyordu. Altı yüz dirhem edecek kadar ip eğirmişti. Artık bunları pazara götürüp satmanın vakti gelmiştir, diyerek pazarın yolunu tuttu.

Pazara gittiği yol Abdulkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Müritleriyle birlikte evin önünde olan Abdulkadir Geylani Hazretleri onu görüp nereye gittiğini sordu. “Bir miktar ipliğim var pazara götürüp onu satacağım” cevabını alınca “İpini benim satmamı ister misin?” diye mukabelede bulundu. Devamla “Benden altı yüz dirhem ip isteniyor, gel bu ipi hazır müşterisine verelim, senin için bu ipi ben satayım” dedi.

Kadının kabul etmesi üzerine ipi kadından aldığı gibi mescidin damına fırlattı. İpi atmasıyla büyük bir kuş gedi, ipi kaptığı gibi uzaklaştı. Kadın, “O benim çocuklarımın rızkıydı” diye kendi kendine söylenmeye başlayınca müritler, kadının itiraz etmemesi için işaret ettiler.

Abdulkadir Geylani Hazretleri kadına dönerek: “Canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim; parası gelsin, ne kadar ettiyse karşılığını alırsın; paran kalmaz, korkma” dedi. Kadın: “Pekâlâ, siz öyle söylüyorsanız” diyerek evine gitti. 

Ertesi gün Şeyhin yanına uğrayıp, “Satmaya gönderdiğiniz ip satıldı mı?” diye sual etti. İplik satıldı fakat parası henüz gelmedi, cevabını aldı. Korkma, endişelenme bir hafta kadar zaman içinde parası da gelir nasılsa… 

Kadının bir hafta sonra yanına uğradığı Hazret, “Yarın gel paranı al” dedi. Kadın hayıflanarak evine döndü. Pazara gitseydi şimdiye kadar parası çoktan elinde olurdu belki de… “Bu kadar sabrettin bir gün daha sabret, bakalım yüce Mevla ne gösterecek” diye teselli veren müritler işin hikmetinin, kadın ise parasının derdindeydi.

Beklenen gün gelip çattı, ertesi gün Abdulkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi ve hiçbir şey söylemeden bin altın takdim ettiler. Meraklanan müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını ve altınların da şeyhin olduğunu söylediler. 

Denizde yolculuk yapıyorduk öyle bir fırtına çıktı ki geminin yelkeni dayanamayarak delindi. Biz de yol alamaz olduk, denizin ortasında öylece kala kaldık. Kaptana bu işin bir çaresi yok mu, böyle elimiz kolumuz bağlı bekleyecek miyiz diye sorduğumuzda kaptan: “Altı yüz dirhem ip olsa geminin yelkenini tamir eder, yolumuza devam ederiz ama şu an nerede bulacağız bu kadar ipi, gökten zembille inecek değil ya” dedi. Bizler de çaresiz ellerimizi kaldırarak Allah’a dua ettik.

Duamızda; “Ey Allah’ım sen zorda kalmışların duasını kabul edersin. İşte zorda kaldık, çaresiziz, duamızı kabul et, bizi bu dertten sıkıntıdan kurtar, sevdiğin kullar yüzü suyu hürmetine, zamanın manevi sultanı Şeyh Abdulkadir Geylani Hazretlerinin yüzü suyu hürmetine bize ihtiyacımız olan altı yüz dirhem ipi gönder. Sana yemin ederiz ki senin rızan için Abdulkadir Geylani Hazretlerine bin altın vereceğiz” diye yalvardık. Bir de baktık ki bir kuş gelip altı yüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu, gitti. İşte şimdi bu yaptığımız, zorda can havliyle ettiğimiz o adağı bugün can u gönülden yerine getirmemizdir, dediler.

Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra ihtiyar kadın gelip parasını sordu. “Sattığınız ipin parası geldi mi acaba efendim?” Şeyh Abdulkadir Geylani Hazretleri tüccarların adadığı bin altını kadına uzattı ve dedi ki, “Benim satışım da seninki kadar kârlı olmuş mu?”


Netice-i Kelam

Bizi yoktan var ettiği gibi, rızkımızı veren de Allah’tır. Azımızı çok yapacak, geçici ve ahirete tarla olan dünyadaki amellerimizi eğer ihlasla sırf Allah için yaparsak bereketlendirip nihayetsiz güzellikleri verecek olan da Allah’tır.

Yeter ki farkında olalım. Yeter ki aklımızdan çıkarmayalım. Yeter ki zamanın ışıltılı aldatmacalarına kanmayalım.


[1] Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, tahk. Hamdi Abdülmecid es-Selefî, Beyrut, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, X, 162

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s