Kendi mutluluğunuzu nasıl tarif edersiniz? Ya da şöyle soralım: Ne olursa mutlu olursunuz? Ya da hangi durumlarda kendinizi mutlu olarak tavsif edersiniz?
Belki de şöyle sormalıyız: Mutlu musunuz?
Değilse neden?
Cevap evet ise bunun için ne yapıyorsunuz?
Haydi mutlu olmak üzerine bir seyahate çıkalım ve mutlu olmanın yollarına dair bir araştırma yapalım. Hayatın içerisinden bakarak hem şahsi hem de genel anlamda mutluluğa dair sözlerimizi söyleyelim. Hem içimizi dökmüş oluruz hem de konuşulanlardan hissemize düşeni alabiliriz belki…
Mutluluk-İmkân İlişkisi
Çoğu zaman mutluluğun imkân ile ilişkilendirildiğine şahit olmaktayız; yeni bir araba almak, telefonunu yenilemek, ev almak vs. vs.…
Yahut bütün sıkıntılarla beraber bir gün mutlu olma özlemi olmaktadır bazılarına göre mutluluk. Devam eden hayat içerisinde nefes alabilme alanı olarak kalp ve fikirde tutulan bir şeye dönüşmektedir. Emekli olmayı iple çeken bir çalışan gibi mesela. Veya akşama kadar çalışıp akşam kendisini eve atabilme derdinde olmak gibi. Ya da hafta sonuna giriş adına cuma mesai bitimi mutluluk olabilirken, pazartesi sabahı işe gelmenin farklı şekillerde resmedilip mutsuz yüzü ifade etmesi gibi… örnekler çoğaltılabilir…
Sürekli mutluluk mudur mutlu olmak?
Bu da ayrı bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Yani bizim dünyadaki varlığımız, arayışımız, hedefimiz mutlu olmak mıdır? Neden mutlu olmak ister insan? Başta da sorduğumuz gibi neye göredir mutluluk? Biz, neden mutlu oluruz?
Yukarıda mutluluğun çoğu kere imkân ile ilişkilendirildiğinden bahsettik. O zaman “İmkân nedir?” sorusu çıkıyor karşımıza.
Lügatte[1], “İmkân: Olabilecek durumda bulunma, mümkün olma, olabilirlik” denilmiş. Istılahta ise, “Varlığı veya yokluğu zaruri olmama, var olması veya yok olması câiz olma” denilmiş. TDV İslam Ansiklopedisi ilgili madde de “İmkân bu iki zorunluluk[2] arasında tam ortadadır; yani bir şeyin olması ve olmamasının eşit düzeyde bulunduğunu ifade etmektedir. Bir başka söyleyişle imkân, olumlu ve olumsuzluk açısından zorunluluğun bulunmaması veya zorunsuzluk anlamına gelmektedir (İbn Sînâ, el-İşârât, I, 317)”[3]
Bu tanımlardan yola çıkarak ve diğer okumalarımızdan da anladığımız üzere bizler de elimizde imkân olarak gördüğümüz her şey de mümkündür. Yani ola da bilir, olmaya da bilir… olup olmaması, kudreti hepsine yeten (sonsuz kudret sahibi) bir güce bağlıdır. Binaenaleyh bizim de elimizdekilerin de varlığı sonsuz kudret sahibi bir varlığın irade ve kudretinin varlığıyla ilgilidir. Yani imkân – mutluluk ilişkisinde olmazsa olmaz bir etken vardır ki o da bu sonsuz kudret sahibidir. Esas olan mümkün olanı elde etmek değil, ki zaten elde etmekten çok veriliyor, vereni bilmek ve onu razı etmektir.
Eski/mez/lerden günümüze gelen güzel bir söz var: iman varsa imkân vardır. Çanakkale harbinde kendini net gösteren bu cümle, her zaman ve şeyin tarif ve tavsifidir aslında. Zira her şey mümkündür. Varlığı sonsuz kudretin varlığına vabestedir. “Ol!” derse olur[4], değilse bütün dünya bir araya gelse olmaz.
Karanlıktan Saadete
Burada Yunus (as)’ın kıssasına bir atıf yapalım isterim. Peygamberlikle şereflenmiş, aynı zamanda ciddi bir mesuliyetle karşı karşıya kalmıştır. Böyle bir zat için mesuliyetini yerine getirmek mutluluk sebebi olacaktır elbette. Aksi durum ise mesuliyetin verdiği ağırlıktan dolayı teessüre sebebiyet verecektir.
Beyzavî’nin ifadesiyle, “Yunus (as), kavmi olan Ninova halkının iman etmemesi üzerine kendilerine üç gün sonra İlâhî azabın geleceğini söyleyerek aralarından ayrıldı.”[5] Bir gemiye bindi. Fırtınaya tutulan gemidekiler, “Burada sahibinden kaçan bir köle var” diyerek kur’a çektiler, her defasında Yunus (as)’a çıkınca çaresiz onu denize attılar. Bir balık onu yuttu.
Yunus (as) Cenab-ı Hakk’a şöyle nida etti: “Senden başka ilâh yoktur; seni tenzih ederim! Gerçekten ben (nefsine) zulmedenlerden oldum!”[6] Bediüzzaman Hazretlerinin ifadeleriyle, onun bu münacatı hızlı bir şekilde kurtulmasına vesile olmuştur. Çünkü içinde bulunduğu duruma bakıldığında ona yardım edebilecek bütün sebepler ortadan kaybolmuş. Gece, deniz ve balık da onun aleyhinde. Kurtulmasına vesile olabilecek müessir hiçbir şey yok.
O da bütün sebeplerin yaratıcısı ve hükmü karşısındaki her şeye geçen zata yani Allah’a yönelerek mesuliyetini müdrik olduğu iman ve vazifenin kuvvetiyle Allah’ı tenzih etmiş, halini beyan etmiştir. Her şeyden nazarını çevirip sadece ve sadece Allah’a yönelip hulus-i kalb ile Allah’tan istemiş, istediği yardım karşılık bulmuş ve her şeye gücü yeten ve hiçbir şey karşısında nazlanamayan sonsuz kudret sahibi Rabbimiz de onu sahil-i selamete çıkarmıştır.
Durumu haber alan ümmeti gelmişler, af dilemişler, affa mazhar olmuşlar ve neticede hepsi mutlu olmuştur. Bakıldığında sonuçta elde ettikleri bu mutluluk için onca şey yaşanmıştır. Mutsuz gözüken nice hadisat, o hadisata karşı alınması gereken doğru tavır neticesinde, mutlu bir topluluğu netice vermiştir.
İmkân ve mutluluk dengesindeki önemli etkeni umarım bir parça anlatabilmişimdir.
İmkân ile ilgili şunu da söyleyip burayı kapatayım. Elde etme duygusu güzel gözükse de her elde edilen mutluluk getirecek diye bir kaide olmadığı net. Hatta elde edilen bazı şeyler başa bela olmaktan öteye geçmemektedir. O bazı şeylerin olmaması olmasından daha iyidir. Bu ayrımı insan kestiremeyebilir, fakat yapabileceği kolay bir formül var: İnsan için çalıştığından başkası yoktur.[7] İnsan sabır ve azimle çalışmalı evet, fakat neticede Allah’ın verdiğine kanaat etmelidir. Bunu başarabilirse haddini aşmaz, dolayısıyla kanaatin getirdiği tükenmez hazineden istifade ederken, kalb ve aklı da rahat eder. Çalışıp kazanma dışındaki insanın hayatına giren diğer başka şeyler de buna kıyas edilebilir.
Meşru Dairedeki Keyfe İktifa Ediniz
Buradan sonra bu asrın bir tefsiri olan Risale-i Nurdan bir parçayı anlamaya çalışarak devam etmek istiyorum.
“İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine mübtelâ ve endîşe-i istikbâl ile istikbâlini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. Hâricinde ve gayr-i meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu…”[8]
Yukarıdaki zamanımıza ve bu zamanın insanına ait tanımlama referans noktamız olacak. Öncelikle dünya hayatı üzerinde duralım. Ve daha da önce dünya üzerinde.
Bediüzzaman Hazretleri dünyanın üç yüzü olduğundan bahseder. Birinci yüzü Allah’a bakar. Allah’ın esmasının tecellilerine ve marifet okumaları yapacağımız hikmet dolu tarafına. İkinci yüzü, ahirete bakar. Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada ne ekersek iyilik adına, ahirette, mizanda o karşımıza çıkacaktır.
Üçüncü yüzü ise bizzat dünyanın kendisine bakar. Dünyanın bu yüzü, insanların hevesatına ve keyiflerine ve bu geçici hayatın yüklediği sorumluluklara bakar, ona kaynak olur.[9]
Şimdi şu soruyu soralım: Biz dünyanın hangi yüzünü yaşıyoruz?
İçinde yaşadığımız dünya hayatı bize dünyanın kendisine bakan yüzünü göstermektedir ağırlıklı olarak. Mesela içinde bulunduğumuz şu yaz ayında karşımıza en çok çıkan şey yaz tatili ve buna bağlı olarak tüketim alanına sokulan tatil planlamalarıdır.
Yine salgın döneminin etkisiyle tahrik edilen başka bir şey, sağlığımız adına pazarlanan ürünlerdir. Neler mi? İstanbul gibi yerlerde yaşayanlar için şehir dışında bir arsa ve salgın yasaklarında kaçış noktaları olan evler. Toplu taşımanın risklerinden dolayı şahsi araçlar. Tedbir amaçlı uyulması gereken durumlar evet olacak, fakat bunu alışkanlık haline getirip konu komşu, hısım akraba ve arkadaşlardan kopuk bir hayat tarzı anlayışı maalesef yerleşik hale gelmektedir.
Hiç bitmeyen kariyer planlamaları. Bu kariyer planlamalarının getirdiği aile olmama, çocuk sahibi olmama, sosyal ve insani olan her şeyi kariyer ilişkileri üzerine kurma hastalıkları da ayrıca değerlendirilmesi gereken önemli meselelerdir.
Moda denilen ve insanları kapitalizmin köleleri haline getiren anlayış da dünyanın kendine bakan yüzünün ürünüdür. Yenilik güzeldir. Her yeni farklı bir heyecan ve duygu verir. Tamam da yenisi çıkan her şeyi alma meyli temelde iki problemi üretmektedir. Birincisi, doyumsuzluk. İkincisi, nefse mahkûmiyet ve buna bağlı olarak gelen problemler.
Doyumsuzluk hastalığı israfı da beraberinde getirmektedir. Araç olan şeyler amaca dönüşmektedir. Hayata katması gereken şeyler olmaktan çıkıp hayatın kendisi olmakta ve bu da ahlaki ve insani yönleri öldürmektedir. Toplumsal problemler de bu alt yapıdan kaynaklanmaktadır. Aç gözlü, doymak bilmez, haris insanların açtığı yaralar bazen onulmaz ve tamir edilemez boyutlara ulaşabilmektedir. Sömürge ve sömürgeci devletlerin tahribatı göz önündedir.
Mahkûmiyet ise, herkesin en iyisini elde etme arzusu olmakla birlikte, herkes ayağını yorganına göre uzatma kaidesini tarumar edip, elinin yetişemediği yere hukuksuz ve kanunsuz ulaşma anarşizmini üretmektedir. Nefsin terbiye edilmemesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkan elde etme arzusunun dayanılmaz şehveti, hastanelere ve hapishanelere insan üretmekten veya mağdur ve mazlum insanları çoğaltmaktan başka işe yaramamaktadır.
Dünyanın sadece kendine bakan yüzünde yaşayan insanlar ve toplumda mutluluktan bahsetmek elbette ki mümkün gözükmüyor. Kendisini sarhoşluk ve eğlencelere verip mutluluk maskesi takmaya çalışanları bahsimizden hariç tutalım. Zira onların mutsuzluk tablosu çok daha vahimdir.
Mutluluğun Zirvede Olduğu Dönem
Bir zat dünyayı kuş şeklinde görmüş. Bu kuşun gagası yamuk, kuyruğu da yolukmuş. Sebebini sormuş. Şöyle cevap vermiş. Bir kısım insanlar benim peşimden koşar, elde etmek için ellerini atarlar, ellerine birkaç tüy geçer, ondan dolayı kuyruğum yoluktur. Ben de bir kısım insanların peşinde koşarım, beden kam alsınlar diye. Tam onlara yetişip tutacakken bir tekme atarlar ve arayı açarlar. İşte bundan dolayı da gagam yamuktur der.
Bu kuş dünyanın kendine bakan yüzüdür. Halbuki Allah’a ve ahirete bakan yüzü o kadar geniştir ki, orası heva ve hevese bakmaz. Orası keyfe kâfi gelen, manevi nice zevk ve lezzetlerin bulunduğu iki güzel yüzdür. O noktada ne kadar mesai harcansa yeridir.
Mutluluğun zirvede yaşandığı Asr-ı Saadet denilen bir dönem var, malumunuz. O mutluluk asrının sakinlerinin hallerine yönelik bu asrın insanları tarafından sorulan şöyle bir sual de var. Çok alim ve fazıl zatlar dünyayı kötülemişken, Asr-ı Saadet sakinleri olan sahabeler neden dünyaya bu kadar dalmışlar?[10]
Sahabeler, dünyanın kendisine bakan yüzüne değil de diğer iki yüz olan Allah’a ve ahirete bakan yüzüne müteveccih olmuşlar. Dünyayı ekip biçmişler, ticaret yapmışlar, fakat araç ve amacı hiçbir zaman karıştırmamışlardır. Kesben dünyada gayret göstermişler, fakat kalplerine Allah’ın sevgisinden başka bir şey koymamışlardır. Dünyayı nefisleri hesabına sevip takip etmemişlerdir.
Dünyanın kendisine bakan yüzü bu zamanda öyle öne çıkarılmıştır ki, diğer cihetlerinden bahsetmek neredeyse günah ve yasak olmuştur. Gündemimizden öylesine çıkarılmıştır ki, diğer yüzlere bakarken bile materyalizm ve kapitalizm üzerinden değerlendirilmeye başlanmıştır.
Burada şöyle kritik bir mesele var. Bu asrın dünyanın kendisine bakan yüzü cihetiyle mutluluk adına önümüze konulan şeyler tam tersine mutsuzluk vermektedir. Çünkü insan, dünya, hayat bunlar dünyanın kendine bakan yüzüne göre tanımlanmakta ve buna göre mutluluk ilaçları servis edilmektedir.
Halbuki bu tanım ve tanımlamalar yanlıştır. Çünkü mesela hayat geçicidir. Şöyle denilebilir. Tamam, bunu reddetmiyoruz, sadece bu geçici dar zamanda insanı mutlu tutmaya çalışıyoruz. Bu bir cevapsa şunlara da cevap vermek önemli olacaktır. Dünya, hayat ve insan fani ise öldükten sonra ne olacak? Sadece dünya mı var ki sadece ona göre iş yapalım! Bize emredilenin dışına çıkarak yaptığımız şeylerin mesuliyeti kime ait olacak? Bunlardan hesap sorulmayacak mı?
Bu sorular uzar gider… bilmemiz gereken en önemli şey ise, yukarıya aldığımız metinde geçen şu cümledir: Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir.
İnsanı asıl bağlamından kopararak mutlu etmeye çalışan herkes yalan söyler, yanlış yapar. Bize düşen, bizi ve her şeyi yaratan Allah’ın koyduğu kurallara göre hareket etmek, gerçek ve sonsuz mutluluğun burada olduğunu bilmektir.
[1] lügatim.com/imkân maddesi
[2] Vücub ve imtina
[3] TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 22, s. 224
[4] Bakara, 117
[5] Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl, c. 1, s. 447
[6] “Zünnûn’u da (balık sâhibi Yunus’u da an)! Hani (kavmine) kızan biri olarak, (bizden izinsiz) gitmişti de kendisini (bu yüzden) asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı; derken (balığın karnında) karanlıklar içinde (kalıp): “Senden başka ilâh yoktur; seni tenzih ederim! Gerçekten ben (nefsine) zulmedenlerden oldum!” diye nidâ etmişti. Nihâyet (biz de) onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte, müminleri böyle kurtarırız.” (Enbiya, 87-88)
[7] Necm, 39
[8] risaleonline.com / Gençlik Rehberi, s. 6
[9] Mesnevi-i Nuriye, 73
[10] Bediüzzaman Said Nursi, Tılsımlar Mecmuası, s. 100