BİRKAÇ İYİ ADAM

Daha önceden planlanmış bir programımız vardı. En azından ben öyle biliyordum. Hem “vardı” hem de “öyle biliyordum” cümleleri tenakuz ifade ediyor olsa da tamı tamına öyleydi. Nasıl mı?

Şöyle…

Yayınevi, Sultanbeyli Fuarından gelen formu imza ve söyleşi yapmak için doldurmuştu. Her defasında böyle olduğundan yani söyleşi ve imza olduğundan bahisle de sürpriz bir durumla karşılaşmayı ummuyordu tabii ki. Fakat gelen formda söyleşi için ayrı bir bölüm ve belirtilecek sütun olmadığını, Belediyenin açıklanan programından görünce anlamışlarmış.

Beni programdan bir gün önce akşama doğru arayıp bilgi verdiler. Ben de tahkik etmelerini söyledim. Nihayetinde pazar günü 14.00 olan program saati 12.00’ye alınarak iş çözülmüş gibi oldu.

Oldu da tam da öyle değildi mevzu. Çünkü pazar günü o saatte kimse gel/e/mez düşüncesiyle olsa gerektir ki, Belediye kültür yetkilileri en erken programı 13.00’e almışlardı.

Her neyse, biz 10.30’da sözleştik Fikret’le. Yayınevinde buluşup gidecektik. O gün Sakarya’dan tanıdık 4-5 öğretmen arkadaş da bir program için Küçükçekmece’ye gelmişler. Mesaj atmışlardı. Onlarla görüşmesem de olmayacaktı. Fikret’ten itizarla yani özrümü bildirerek izin almak suretiyle onları ziyarete gittim. Programlarından birer ikişer çıkarak geldiler. Kapı önünde de olsa görüşme imkânımız oldu. İyi de oldu. Zira epeydir görüşmüyorduk. Özlemişim. Dile kolay, yedi senemiz beraber geçmişti. Ne hatıralar biriktirmiştik bu sürede.

Hatıralardan konuşamadık tabii. Vakit dardı. Hem Osman Hoca’nın oğlu da açık kalp ameliyatı olmuş. Biraz onu mevzu ettik. Şifa dualarımızı paylaştık. Bir de hikâye kitapları serisi vardı. Onları da karşılıklı konuşma imkânı oldu, diğer hocamla bu dar zamanda, şükür.

Ben müsaade isteyip ayrıldım yanlarından. Aşağıda beni bekleyen Fikret ile buluşup arabaya bindik ve navigasyonun gösterdiği en kısa yolu artı beş dakika gösteren E5 karayolu ile değiştirip yola revan olduk.

Çok trafik yoktu. Mahsus tabiri ile az yoğun akıcı bir trafik. Ataşehir bağlantı yolundan paralı yola dahil olduk. Sultanbeyli çıkışından çıkıp, fuarın yakınındaki iç sokakların birinde yol üzerinde bir yere park ettik aracımızı. Üç yüz metrelik bir yürüyüşten sonra fuar alanındaydık.

Önceden de tahmin ettiğimiz gibi, o saatte fuar alanı gayet sakindi. Söyleşi alanında ise kimseler yoktu. Bir iki anons geçtiler, ardından bir iki daha… Ben de “Tamam, gerek yok, bu saatte olmayan insanlara ne duyurusu yapıyoruz” deyince, kültür şefi ile muhabbete daldık. Daha önce duyurduğumuz saati değiştirmiştik. Son anda değişen saate göre insanların kendisini ayarlaması, zaten olmayan yeni bir söyleşi saatini ihdas etmek, hem de fuarın son günü elbette olacak iş değildi. Olmadı da zaten.

Neyse ki kültür şefi “Çay içer misiniz?” diye sordu. Cevap ağzımızdan otomatik olarak çıkmıştı. “Evet!” Yan tarafta belediyenin oturma alanı vardı, oraya geçtik. Kitaplardan, okuma alışkanlığı kazanma meselelerinden konuştuk. Meğer Başkan yardımcısı Zafer Bey de oradaymış. Onlar da geldiler. Sohbet biraz daha derinleşti. Konuşmalardan ortak çıkan ve aklımda kalan en güzel cümle, “İnsanlarla beraber yürümenin yollarını aramak lazım” oldu.

Mevzu şu;

İnsanlar maruz kalmak istemiyor. Birileri konuşsun onlar dinlesin de istemiyorlar. Beraberce yapılan işlerdeki lezzet ve muhabbet cezbediyor onları. Bu vesileyle Zafer Beye “15 Dakikada Osmanlıca Öğrenebilirsiniz” etkinliğini anlattım. Burada nasıl müspet sonuçlar elde ettiğimizi aktardım; yukarıdaki altını çizdiğim cümle sadedinde.

Hakikaten 5-6 senedir yaptığımız bir etkinlikti bu. Netice muhteşemdi. Sır ise, biz sadece insanları işin içerisine davet ediyorduk. Çalışmayı da kendileri yapıyor, sonuç da onlara ihsan olunuyordu.

Bununla ilgili en çarpıcı hatıralardan birisi şudur. Kahramanmaraş’ta bir fuarda altmış yaşlarında bir hanımefendi gelir standa. “15 Dakikada Osmanlıca Öğrenebilirsiniz” afişini görünce kadıncağız adeta çılgına dönmüş. “Ne demek bu! 15 Dakikada Osmanlıca mı öğrenilir? Madem bu kadar kolaydı ne diye inkılap yapıldı?” Vazifeli arkadaş sakin bir üslupla “Hanımefendi! 15 dakikanız var mı acaba?” diye sorar. Daha da kızarak “Hayır! Yok” der. Arkadaş devam eder, “10 dakikanız var mı?” Tekrar “Hayır!” cevabı gelir. Neyse 3 dakikaya kadar düşer teklif. Sonunda hanımefendi hayretini de gizleyemeyerek “Nasıl yani” sözleriyle gösterilen masaya oturur. 

Sorulan sual üzerine Kur’an okuyamadığını dolayısıyla Kur’an harflerini bilmediğini de söyler. Neyse arkadaşlar harfleri kısaca tanıtırlar. Günümüz Türkçesinde sesli harflere mukabil dört harfin bu sesleri karşıladığından bahsederler. Ve elif harfi ve fonksiyonlarına ait örnekleri kendi küçük yardımlarıyla hanımefendinin okumasına şahit olurlar.

Sayfayı bitiren hanımefendi, “Nasıl yani ben okudum mu!” diye şaşırarak etrafına bakınır. Sonra bir daha okur. Sonuç aynıdır. Hayretini net ortaya koyar, bir taraftan da “Gerçekten de o kadar zor değilmiş” der. Kafasında uzun zamandır ördüğü kalın duvarları yıkarak oradan ayrılır.

Burada olan şey, yukarıda da söylediğimiz gibi maruz bırakmak yerine, ki maruz bırakmayı işin içine sokmak anlamında söylemiyorum, sen anlat o dinlesin, nasihate kurban olsun şekliyle muhatap etmemek, tam tersine bazen sadece yanında durmak ve tıkanılan yerde önünü açarak hareket etmesini kolaylaştırmaktan ibarettir. 

İşte bu minvalde biraz daha devam etti muhabbetimiz. Sonra biz izin alıp ayrıldık. Çocukların ihtiyaçları olan kitapları bulmak için, bir elimde telefon listeye bakıyor, diğer tarafta ilgili yayınevini arıyor vaziyette fuar alanını dolaşmaya başladık. Hemen hemen hepsini bulmuştuk. Hem kitap alışverişinde bulunmak, yani öznesi kitap olan işi yapmak, hem de çocukların bir işini çözmekten gelen hazzı yaşayarak yaptım bu işleri. Hangisinin ağır bastığı konusunda emin olmamakla beraber, ikincisi daha önemli geldi bana.

İşlerimizi tamamlamış olarak arabanın yanına geldik ve yine aynı yoldan dönüş yoluna çıktık. Oradan buradan muhabbetle devam etti yolculuğumuz. Bu tarz kısa fakat trafikten dolayı uzayan zamanın çok bereketini görmüşümdür. Günlük koşuşturmacaların içerisinde çoğu şeyi unutup gidiyorduk. Aynı oda içerisinde, aynı katta ya da aynı bina içinde birbirimizi görmez olabiliyorduk. Geçenlerde bir akraba sosyal medyada gözüne taktığı yakın gözlüğü ile bir fotoğrafını paylaşmış ve altına şu cümleyi yazmış: “Biz yakındakileri, uzaktakiler bizi görmez oldu.” Onu okuyunca aslında arada böyle bir gözlük takmak lazım diye düşünmedim de değil. Hiç olmazsa farklı bir şekil almaktan bahisle dikkat çekmiş ve iletişimi başlatmış olabilirdik. Diğer taraftan uzaklara bakan gözlerimiz, çoğu zaman en yakınımızdakileri görmez. Gözde olsa da gönülde hipermetropiye yer yok, aman dikkat!

Demem o ki bu yolculuklar işten, normal hayattan, birbirimizden, projelerden, siyasetten, sanattan ve sair pek çok konudan konuşma imkânı bulduğumuz zamanlar oluyor. Kısa veya uzun bu tarz yolculukları seviyorum. Halil İbrahim’in sofrası misafirsiz, bizim de arabamız yolcusuz kalmıyor desem ne olur; derim, dedim. Bir faydası da şudur, yolculuk nasıl geçiyor anlamıyorsunuz.

Aynen öyle bir de bakmışım mahalleye yaklaşmışız. Günlerden Pazar olması sebebiyle yolumuz üzerinde kurulan halk pazarından dolayı trafik sıkışık olduğundan, navigasyon daha hızlı bir rota vermişti. İstanbul’da navigasyonu yer bulmaktan çok, kısa ve hızlı yol rotası için kullandığımız da doğrudur. İşte şimdi yine hızlı bir rota çizmişti bize. Fakat ya navigasyonla ya da tecrübeyle pek çok sürücü bu yola girmiş gözüküyordu. İşin kötü tarafı yol dar, çift taraflı park etmiş arabalar var ve yol gidiş geliş olarak kullanılıyordu.

Bir yere geldiğimizde arabanın bütün sensörleri sinyal vermeye başladı. Karşıdaki sürücü sağ taraftaki boşluk daha müsait olmasına rağmen ilerlemiyor, benim geçmemi bekliyordu. Arkadaki sürücüler kornaya basıyor, karşıdan minibüs şoförü “Ne bekliyorsun, geç sana” sözleriyle el kol hareketleri yapıyordu. Bu minibüs şoförleri ayrıca yazı yazılmayı hak ediyorlar gerçekten. Ve trafikte insanları çileden çıkaran baş aktörler olduğu benim dünyamda net olduğunu da söyleyebilirim. Belki de mecburi bazı güzergahlardan dolayı benim için ön alan bir konudur.

Tansiyon yavaş yavaş yükselmeye başladı. Herkes birbirine bir şeyler söylüyordu. Her küçük harekette sensörlerden gelen uyarılar sesli uyarıları harekete geçiriyor, sesler birbirine karışıyordu. O esnada karşıdakilerin “Buradan kamyon geçer” (bu arada bu klişe malum) misillü ikaz ve el kol hareketleriyle az daha ilerleyince karşıdaki arabaya sürtmüş oldum. Bu kez sürücü sesini yükseltmeye ve ben ne dersem dinlemez bir havayla hareketlenmeye başladı.

Benim de canım sıkıldı elbette. Olurdu olmazdı derken arabaları bir kenara almayı başardık. Karşıdaki sürücünün hanımı da arabadaymış. Bu bir cihette iyi bir durum. Tansiyon bir yerde kalabiliyor. Sima ve konuşma tarzı olarak iyi bir insan profili vardı karşımda. Fakat hadiseler insanın farklı tonlarını çıkarıyor ortaya. Neyse ki sakinleşmek çok zaman almadı.

Burada devreye başlıkta yazan birkaç iyi adam girdi. Aslında iki kişilerdi. Gayet olgun, yapıcı, yatıştırıcı bir tonla mevzua dahil oldular. Muhatap sürücü telaş haliyle fotoğraf çekmeye çalışıyor, yok polis çağıralım gibi konuşuyordu. Hadiseye dahil olan iki adamdan birisi (ki bu hadiseye dahil olma ve çözücü rolünü üstlenme gerçekten her hadisede lazım) “Arkadaşlar polise gerek yok. Durduk yere hasar kaydı oluşturacaksınız. Yarın satışta karşınıza çıkar. Hem durduk yere uğraşacaksınız. Kendi aranızda halledin, çözülsün. Zaten bir şey de yok” deyince sürücü biraz daha rahatladı. Ustasını arayıp bilgi aldı. Cüzi bir miktar parayı hesabına gönderdim ve olay kapandı.

Sonradan şöyle düşündüm de o birkaç iyi adam dediğim şahıslar olmasaydı süreç nasıl devam ederdi acaba. Bazen öyle zamanlarda öyle insanlarla karşılaşırsınız ki oradan sonra işler suhuletle çözülür. Bu gerçekten büyük bir ihsandır.

Bir zaman bir arkadaş anlatmıştı. Arabayla çok da alışık olmadığı bir yoldan akşam üstü veya gece gitmesi gerekir. Fakat yolda çalışma vardır ve farkında olamadığı bir tümsek oluşmuştur. Olacak ya araba bir şekilde dört teker boşta kalacak surette tümsekte asılı kalır. Yol çok da kimsenin geçeceği bir yol değil. Gün ve saat o vakitte oralardan birilerinin geçmesi için uygun değildir. Öylece kala kalır orada. Çaresizlerin çaresi duadır. Dua edebilmek en büyük nimettir. Daveti, çağrısı, yakarışı gecikmeden karşılık bulur. Bir kamyonet dolusu adam çıkagelir. Çok şükür, her zaman olduğu gibi hadiseye dahil olurlar ve arabayı ve arkadaşı o zor durumdan kurtarırlar.

Arkadaş sorar. “Siz hayırdır niye geldiniz, ne işiniz var burada?” birisi cevap verir, “Senin için geldik.” Hakikaten nokta. Gelişine mi söylemiştir. Gerçekten öyle midir, bilemem, bilememiş. Olan şu ki, birkaç iyi adam gelip yardım etmiş. Bilen için nettir, yardımı bütün yardımların sahibi göndermiştir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s