TAŞI TAŞIN ÜSTÜNE KOYMAK YETMEZ

Safranbolu’daydım. Medeniyet, insan ve taşı konuşmak üzere gelmiştim. Mevzubahis şehir cumhuriyetin ilk dönemlerinde taşınmak istenmiş, fakat maliyet cihetiyle mümkün olamamış ve orada kalmış; devam eden yıllarda tecdid/restore edilerek döneminin havasını yansıtan bir formda korunmuştu. Nihayetinde, taşı konuşmak üzere gittiğim bu yerden, taştan çok şeyler dinlemiş olarak geri geldim, taşlaşmış İstanbul’a…

Vesileyle tekrar gördüm ki Osmanlı, bir binayı yükseltirken sadece taş üstüne taş koymamış; fayda üretmiş, merhameti kuşanmış ve iyiliği çoğaltmıştı. Aynı taşı kullanmış, fakat ortaya çıkan mahsul bambaşkaydı. Sadece bir sokaktan geçtiğimde gördüğüm şeyler, bu cümleleri kurmama yeterli olmuştu.

Mesela bir çeşme görmüştüm. Taşından işçiliğine, süslemesinden hattına, kurnasından yük taşına kadar hepsi yukarıdaki fayda, merhamet ve iyiliği yansıtıyor, bas bas bağırıyordu. Sokakla uyumu ayrı bir estetik konusuydu. Üzerindeki ayet ve meali varlığın gerçek sebebine dikkat çekiyor, ayak üstü tevhid dersi veriyordu. 

Çeşmenin yaslandığı duvarın arkasında yükselen bina ise fıtratın bir sembolüydü adeta. Taş ve ahşabın uyumu hem göz zevkine hem de fıtratın sıcaklığına taşıyordu insanı. Mütevazı yüksekliği ve hemen çatısının altındaki “Ya Hafız”, “Malikü’l-Mülk” yazıları ise diğer bir tevhid ve hakikat dersini ders veriyordu. Sahiplik yoktu, emanet vardı. Beyaz boyası kefen, kahverengi ahşabı toprak gibi gelmişti bana. Her daim “Her nefis ölümü tadacaktır” hakikatini hatırlatırken, “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz; harap olmak için binalar yapıyorsunuz” hadisini ihtar ve ikaz ediyordu.

Zira iki adım ötede, hayatla iç içe mezar taşları Yahya Kemal’in “Biz ölülerimizle yaşarız” ifadesiyle insanın hayattan çok ölüme, daha doğrusu ebedi hayata namzet olduğunu işaret ediyor, çeşme ve binanın derslerini ikmal ediyordu. Ve bunu ayrı zarafet ve uyum içinde gösteriyordu. Hiçbir şeyi ne gözü ne de gönlü tırmalamıyor, lahuti bir hali ihsas ediyordu.

Ve mezar taşlarının hem fiziki yapısı hem de üzerine o günün şartlarında işlenmiş harikulade yazıların ifade ettiği manalar insanı çepeçevre kuşatıyor, insan olduğunu hatırlatıyordu. Taşa nispetle beden itibariyle daha dayanıksız olan insanın varlığı bir taşla devam ettirilirken, taşın üzerindeki yazının en başına “Hüve’l-Baki” yazılarak varlığı gerçek manada daim olan ve diğer bütün varlıkların varlığı da kendisine bağlı olan Allah hatırlatılıyordu.

Binalar birbirini engellemiyor, şehir estetiğini ve insana fayda sağlama özelliğini bozmuyordu. Merkezde yer alan ve şehrin ana dinamiği olan camiler de ayrı birer şaheserdi hem burada hem de Osmanlı’nın genelinde. Arastalar günün ihtiyaçlarına cevap veriyor, han ve hamamlar yine insan için ama estetikten ve genel uyumdan hiçbir şey kaybetmemiş olarak sakince şehirde yer ediniyordu.

Dereler üzerine yapılan köprüler, toprağın nefes almasını engellemeyen yollar ve yağmurlu havalarda suyun akışını yönlendirecek geniş taşlar ve dahi estetik taş mazgallar adeta üzerimde doyasıya yürü diye haykırıyordu. Yürüdüğünüz sokak, üzerine bastığınız taşlar, üzerinden geçtiğiniz köprü, lahuti havasında kaybolduğunuz cami ve mescidler, hâkim noktalardan şehre bakarken ya da aşağıdan yukarıyı seyrederken ne bakış açınızı ne de göz zevkinizi bozmayan manzaralar şehirde kaybolmanıza, şehirle bütünleşmenize, şehrin manevi atmosferiyle derinleşmenize vesile oluyordu. Tarih kitaplardan öğrenilmez yaşanır sözünü hissetmenizi sağlıyordu.

Bugün mimarlığın neredeyse her üniversitede fakülteleri var. Teknoloji sözüm ona çok ilerlemiş. Bilgi had safhada. Ne var ki şehirlerin ruhu kayboldu. Bilmem kaç katlı binalar, yürünemeyen sokaklar, ışık görmeyen evler, kanuni olsa da ahlaki olmayan imarlar yine taş taş üstüne koysa da fayda, merhamet ve iyiliği kaybetmiş, insani olmaktan uzaklaşmış gözüküyor. Evet, şehirlerimizde bina çok, ama hikmet yok. Mimari var, ama merhamet yok. 

Peki ya biz? Bugün hangi taşı bir başkası için yerine koyduk? Hangi sözü bir kalbin acısına merhem diye yazdık? Hangi binaya, hangi insana dua gibi dokunduk? Osmanlı’nın mirası, bir imparatorluğun haritasında değil, bu soruların cevabında gizli. Taşlar yıkılabilir, yazılar silinebilir. Ama niyet yaşarsa, medeniyet yeniden başlar.

İnşallah başlar…

Yorum bırakın