KİRAZ AĞACI VE BİZ

Bu bayram da memleketteydik, hamdolsun. Kiraz mevsimine denk gelmek de ayrıca güzeldi. Zira, doğduğum köyün rahmet mazharı topraklarında yetişen baba tarlasında çoluk çocuk kiraz toplayacaktık.

Hayaller ve gerçekler bambaşka olabiliyor tabii ki! Bu tarz işlere soğuyan bizler, bu işlerin içinde ömür tüketen abla ve enişte ile bir araya gelince maaile gün doğmadan tarlada buluverdik kendimizi. Onlara ayak uydurmaya çalışınca da olanlar oldu: İki günde, bir araba dayak yemişe döndük. Ağaca çıkalım, merdiven kullanalım, şuradan gelelim, buradan gidelim derken çizilmedik yerimiz, tutan parmağımız kalmadı. Merdivenden düşmek, ağaçtan tokat yemek de cabası oldu…

Nihayet iki günde elbirliğiyle elli kasa kiraz topladık. 

Burası işin hikâye kısmı. Evet, bunlar oldu ama bütün bunlar olurken zihnimde kiraz ağacı ve toplum arasında bir benzerlik beni sürekli meşgul etti. Şöyle ki:

Ağacın her kademesinde kirazlar vardı. Fakat bulundukları yere göre diğerlerinden farklılık arz ediyorlardı. Mesela, alttakiler daha küçük ve cılızdı. Üst ve kenarlarda olup merkezden uzaklaşanlar ise farklı sıkıntılara maruz kalmışlardı: ya sinek delmiş ya güneş yakmış ya da kuşların hışmına uğramış, yaralanmışlardı.

Bu arada; kirazın üreticiden yirmi ila kırk lira arasında alındığı yerde yevmiyenin bin lira olması elbette üretici açısından problemdi. Bu da işi kendisinin yapmasına, o da günlük toplanan mahsulün az olmasına, bu da aracının köye gelmemeye kadar gitmesine sebep olan konulardı. Havanın sıcağıyla beraber rakım olarak yüksek yerde olmamıza rağmen meyvenin hızlı olgunlaşmasına, dolayısıyla tercih edilmemesine de sebep oluyordu. Yani hızlı da olmalıydınız.

İşte burada tecrübeli birisi şunu söyledi: “Sen işçiden değil, ağacından haber ver.” Kiraz ağacı her sene budanmalıymış. Ağacın içerisine rahat girilip çıkılabilmesi, ayak koyacak yerlerin oluşması, tazelenen dalların daha verimli meyveler vermesi gibi neticeleri veriyormuş budama işi. Hem uzun zaman budanmazsa arada kuruyan dallar olabiliyor, o da hem çalışana zarar veriyor hem de ağaçta lüzumsuz yer kaplıyor.

Uzak olan dalları kendinize çekmeniz gerekiyor. Fakat bunu yaparken dikkat etmek lazım. Ani hareketlerle fazla çekerseniz kırılıyor. Yavaş yavaş usulünce yaparsanız işler gayet kolay ilerliyor. Kirazın dala tutunduğu kısım da önemli. Tam sapın kökünden ama tomurcuğa zarar vermeden koparmalısınız. Yoksa oradan bir daha meyve vermiyor. Onu kaybediyorsunuz. Bunun için de yine usûl ve el pratikliği gerekiyor. Yani malzemeyi tanımak önemli oluyor.

Zarar gören meyveleri ayıklamak da ayrı bir işlem. Bunu yapmazsanız toplam kaliteden kaybediyorsunuz ve malınız değersizleşiyor. Ne var ki bunu söylemeden önce dikkatimizi ön bakımlara çevirmemiz gerekiyor. Bahçenin sürümü, ağacın ilaçlanması ve budanması gibi işler zamanında ve olması gereken gibi yapılırsa zayiat azalacak, kayıplar olmayacaktır. 

Çürük, ezik, delik, kararmış, yanmış deyip atmak kolay. Esas olan ise kaybı en aza indirmek, oluşabilecek zararlardan koruyarak son noktaya kadar gelebilmektir.

Toplanan malın pazarlanması da ehemmiyetli. Çoğu kere el mahkûm hareket etmek zorunda kalsanız da alternatif üretebilme imkânı her zaman vardır. Aynı gün benzer ürünü yirmi sekize de verdik, elli beşe de… Malınızın kıymetine göre muhatap bulamamak ayrı bir zayiat, ayrı bir kayıp olacaktır.

Bütün bunlardan ayrı olarak kızıl gövdesi, yeşil yaprakları ve kırmızı kirazlarıyla böyle bir ağacın kara topraktan nasıl çıktığını, rahmet ve kudret-i İlahiyeyi, bereket ve merhameti konuştuk. Hiç içmediğimiz kadar su içen ve yanan bizler, o sıcakta yaş ve diri kalan yaprak ve meyvelere baktıkça İbrahim Aleyhisselamın ateşe atıldığında okuduğu ayeti tahattur ettik. 

Okuduklarımızı yaşayarak tefekkür etme imkânı bulduk. Bir gün buluşacağımız toprakta vakit geçirdik…

Bir tecrübe de “En lezzetli yemek, açken yenilen yemektir” sözünü yaşamak oldu. 

Yorum bırakın