Zamanın hızla akıp gidiyor olduğunu dün akşam bir kez daha anladım; zira belki yirmi beş senedir görmediğim bazı arkadaşları iftar vesilesiyle görmüş oldum. Sağ olsun bir dostumuz, “Eskimez Dostlar İftarı” başlığıyla, bir kez daha uzun zamandır görmediğimiz fakat hatıralarımız olan arkadaşları bir araya getirdi, hafızalarımızı tazeledi.
Vesileyle hatırlar dillendirildi ve bunun yanında söz sözü açtı, daha pek çok şeyler konuşuldu. Teravihin arkasından bir arkadaşımız ezan okunurken susmadığımızı, konuşmaya devam ettiğimizi hatırlattı. Zihnimi zorladım, ezanın okunduğunu bile hatırlayamadım. Senede bir yeni arkadaşların eklenerek çeyrek asra uzanan hatıraların tazelendiği böyle bir akşamda muhabbetin iştiyakıyla fark etmemişiz.
Bu küçük ihtar ve ikaz, devam eden konuşmalarla birlikte, birer Müslüman ve mümin olarak duruşumuza ve inancımıza dair meselelerde hürmetli olmamız gereğine taşıdı bizleri. Okunan ezandı ve bizleri vakti gelen ve kılınacak olan namaza davet ediyordu. Ve bu konuda Efendimiz (sav), “Ezanı işittiğiniz zaman siz de müezzinin söylediklerini söyleyiniz.” buyuruyordu.[1]
Mevzu buradan Kur’an dinlemeye ve Kur’an okunurken dünya kelamı etmeme meselelerine geldi. Zaten bu konuda hüküm de açıktı. Rabbimiz Araf Suresi 204. ayette “Hem Kur’an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız!” buyurmaktaydı. İstanbul trafiğinde radyodan Kur’an dinlemenin güzelliği, fakat yanında birisi varken hem onunla konuşulup hem de radyoda Kur’an tilavetinin açık olmasının doğru olmadığı, zira bunun Allah kelamı olan Kur’an’a hürmetsizlik olduğu meseleleri üzerinden ilerledi sohbet. O sırada noktayı koyacak bir nakil yapıldı.
Şöyle ki: Abdurrahman Gürses Hocanın da olduğu bir toplantı ortamında açılışın Kur’an tilavetiyle yapılması için Hocaya söz verilir. Hocaefendi Euzüyü çeker, tam bu esnada birisi kulağına eğilerek “Hocam aşr-ı şerifi biraz kısa okusanız, üstat Necip Fazıl konuşma yapacak” der. Hocaefendi de “Sadakallahülazim” diyerek tilaveti keser. Etraftakilerin şaşkın bakışları içinde, “Beşer kelamının ilahi kelama tercih edildiği bir mecliste Kur’an-ı Kerim okumak caiz değildir” diyerek meclisten kalkıp gider.
Duruş önemli. Neye nasıl baktığımız ve nasıl tepki verdiğimiz de önemli. Hassasiyetlerimiz ve neye karşı oldukları da ehemmiyetli.
Bu tip meselelerde ortaya konuşulan sözler birer ayna olur ve herkes kendisini o aynada görür. Ben de kendime baktım, mümin ve Müslüman birisi olarak Allah’ın emir ve nehiyleri konusundaki hassasiyetlerim ve hürmet noktasındaki duruşum nasıl diye…
Arada bahsediyorum, askerde esas duruş vardı; “askerin olgunluk derecesini gösterir” derlerdi. Esas duruş, kul olarak Allah’a karşı olan duruşumuz değil midir? Allah’ın emirleri ve nehiyleri konusunda hassas oluşumuz, hürmetli davranmamız ve onları beşerî ve dünyevi olan şeyler karşısında önde tutup Abdurrahman Hocaefendi gibi davranmak değil midir?
Hürmet ve itaat önemli. Mukaddesatımıza, atamıza, ana babamıza, büyüklerimize, hocalarımıza ve hakeza… Eğer bu ikisi kaybolursa Gregorius’un Rus Çarına yazdığı mektuptaki gibi milli ve manevi ananelerimize uymayan harici fikirler ve davranışlara alışır ve kaybolur gideriz.
Basit görünen, lakayt davranılan bazı meselelerin ucu büyük sıkıntılara taşıyabilir bizleri. Bundan dolayı hürmeti, ciddiyeti hem kendimizde hem de çoluk çocuğumuzda yerleştirmek önemli cümlesi akşamın diş kirası olarak kaldı bende…
[1] Buhari, Ezan 7; Müslim, Salât 10-11
