HAYAT ERTELEMEYE GELMEZ

İzlediğim bir filmde, hayata (günlük akıp giden duruma) uyumlu bir adam, karşılaştığı her şeye “Aman sıkıntı çıkmasın, ağzımızın tadı kaçmasın” düşüncesiyle “Tamam, sen haklısın” diyerek devam ederken önemli bir haber alır; kanser teşhisi konuşmuştur ve tecrübelere dayanarak en fazla bir senelik ömrü kalmıştır.

“Madem öleceğimi biliyorum” cümlesinin yakıcı bilinciyle hayatını yeniden dizayn eder. “Madem öleceğim, o zaman ölmeden önce şunları şunları yapmam” lazım diyerek, aman sıkıntı çıkmasın diye her şeye “evet” deme modundan çıkıp, doğru bildiklerini doğrudan söyleyerek insan ilişkilerinde ezildiği hayat formatından özgüven kazandığı yeni bir döneme taşınır.

Diğer taraftan, öleceğini bildiği bilgisiyle, farklı sebeplerle o güne kadar ertelediği işleri sıraya koyup yapma ameliyesine girişir. Kazandığı yeni bakış açısıyla, bastırdığı pek çok duygusunu ortaya koyar…

Film bittikten sonra zihnimde yer eden tek cümle şu oldu: Bir gün muhakkak öleceğimizi hepimiz bilmiyor muyuz?

Evet, biliyordum/biliyorduk ama yaşarken hiç ölmeyecekmişim duygusu önde olarak hareket ediyordum/ediyorduk. Birisi sorsa, evet herkes gibi ben de “bir gün” öleceğim diyordum/derdim. Fakat ben veya herhangi birisi sormasa aklım/ız/a gelmiyordu.

Sonra “Acaba” dedim, ağzımızın tadı kaçmasın mı istiyordum. Zira hadis-i şerifte “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz”[1] buyruluyordu. Niye öyle denmişti ki? Esas olan hayat değil miydi? Lezzet almadığımız hayatı neden yaşasaydık ki?

Hazır lezzete müptela nefsimin dillendirdiği şu cümlelere karşı hatırıma bir ayet geldi. “Hâlbuki bu dünya hayatı, bir eğlence ve bir oyundan başka bir şey değildir. Şüphesiz ahiret yurdu ise, elbette asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!”[2] O zaman dünyada ne işimiz var demeye kalmadan başka bir ayet susturdu nefsimi. “O ki, hanginiz amelce daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı.”[3]

Bu ve diğer ayetlerdeki ve vahyin bilgisinden müstahreç ortaya konulan bilgilerden öğrendiğim kadarıyla belirli bir süre kalacağımız dünya hayatı bir imtihandan ibaretti. İnsan ise bütün cevapları dünyada kaldığı bu süre içinde öğrenmek, anlamak ve yaşamakla mükellefti. Zira insan dünyaya geldiğinde her şeye cahil, her şeyi öğrenerek istenen seviyeye gelmek gibi bir kabiliyette yaratılmıştı. Yani hem süre hem bilgi hem de amelle imtihan ediliyorduk. Yani hayatı geçiştirecek işlerle değil de onu ve buradaki yerimizi ve durumumuzu anlamakla meşgul olmalıydım. Ertelediğim her şey aleyhimeydi. Ölmeden önce yapılacak yüz şey gibi işlerin pek çoğunun içinde olduğum durum için bir faydası yoktu. Tam tersine zamanımdan çalıyor ve asıl yapmam gerekenleri ötelemeye veya yapmamaya sebeptiler.

Film boyunca kendisine koyduğu sınırların tazyikiyle yaşayan adamın, öleceğini öğrendikten sonra bu sınırları aşarak sınırlı süre içinde mutlu olma çabasının beni getirdiği yer, dünya hayatının nefsime güzel gözüken taraflarıyla, olması gereken sınırları aşarak ağzımın tadını kaçırmak ve ahiret hayatıma sıkıntı vermek gibi arızalarından kurtularak kul olmanın sınırları içerisinde davranmam gerektiği oldu.

Evet, hayat ertelemeye gelmezdi. Çünkü bir imtihan olan bu dünya hayatının ve o hayat içinde bana verilen ömrün tekrarı, bütünlemesi yoktu. Bir gün muhakkak öleceğim bilgisini diri tutmak ve bu şuurda yaşamak ve bu şuurla imtihanı kazanmak için çalışmalıydım.

İnsanı öldüren hastalık değildir, eceldir. Onun da ne zaman geleceği bilgimiz dahilinde değildir. Yani her an ölecekmiş gibi hazırlıklı olmak gerekmektedir.

Ne diyordu Mete Gazoz: “Son beş sene boyunca neredeyse her gün on saate yakın antrenman yaptım.”


[1] Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321

[2] Ankebut, 64

[3] Mülk, 2

Yorum bırakın