SANAT YA SIKINTI YOK

“Camide büyük skandal” haberini duyunca benim de sizler gibi canım sıkıldı, ağzıma dolu laflar geldi. “Kim bir kötülük görürse…”[1] diye başlayan hadis-i şerif muvacehesinde elimle yetişemediğim için sözler söyledim, kalben buğz ettim. Bir taraftan da “Nedir bu camilerin çektiği?” cümlesini gayriihtiyari olarak kurmuş ve bu yazıyı yazmış oldum.

Yıllardır konuştuğumuz iki meseleye de buradan bir kapı aralamak isterim. Birincisi eğitim, ikincisi kültür ve sanat. Eğitim ayrı bir başlık ve konu olarak bir tarafta dursun. Kültür ve sanat adı altında yıllardır yaşadığımız tahribatın ve ezikliğin “yeter artık” denecek boyutları çoktan geçtiğini hepimiz biliyoruz. Zira sanat-ı ilahiyeyi mütefekkirane mütalaa eden ibad-ı salihler olmaktan, nefis, heva ve hevesi tahrik edip insanı şeytanın ve insanın kölesi yapan anlayışla tazip edilmeye başladığımız epey zaman oldu…

-O tarihe bu nazarla bakanlar daha net görecektir ki- roman ve tiyatronun hayatımıza girmesiyle ilk defa toplumsal boyutta had aşılmış, Kur’an ve İslam kültür ve medeniyetinin çizmiş olduğu sınırlar kaldırılarak günah belirgin hale getirilmiş olmuştu. Sanat adı altında ve bütün bir Anadolu gezilerek mahrem bildiğimiz, günah dediğimiz çok şey aleni olarak insanların gözüne sokulmaya başlanmıştı.

“Sanat ya sıkıntı yok” cümlesiyle son yapılan cami -en hafif tabirle- edepsizliği ile kurulan şu cümle çerçevesinde nefisler esir alınmış, kültürümüz, ahlakımız, dinimiz bağlamında asla bulaşmayacağımız meseleler o zaman için roman ve tiyatro, günümüzde ise şarkıcısından türkücüsüne, sporundan tiyatrosuna, sosyal medyasından dizilere kadar pek çok şekillerle mahrem alanlarımızı işgal etmiş ve maalesef günah çoğu kimse için normalleştirilmiştir.

Bunların hepsi sanat adı altında “sıkıntı yok” diyerek yapılmıştır ve yapılmaya da devam etmektedir. (Müspet olanlar bahsimizden hariçtir.)

Bunlar satırlara dökülürken hatırladığım şu cümle aklımızın ön köşesinde şöylece dursun derim: “Neşe iki kısımdır. Birisi, nefsi hevesâtına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neşe, nefsi susturup ruhu, kalbi, aklı, sırrı maâliyâta, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbâb-ı uhrevîlerine yetişmek için latif ve edepli masumane bir teşviktir ki, o da cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i Cemâlullâha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân’ın verdiği neşedir.”[2]

Aynı müellifin İşaratü’l-İcaz tefsirinde bu ayrım müzik için de yapılmakta ve şöyle denilmektedir: “Şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, Rabbânî aşkları îrâs eden sesler helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsani şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”[3]

Sanat meselesine “sanattır, ne yapsa yeridir” diye bakmak yerine, yukarıda alıntıladığım hükümler çerçevesinde nefsani veya Rabbani oluşlarına bakmak ve ayrımı buna göre yapmak esastır. Bizim kültürümüz de sanatımız da dinimiz de bunu emreder. Bunca zaman aklın ve vicdanın hüküm sürdüğü dini İslam olan bu toprakların dahilinde bedbaht kalmaya cüret edenlere de anladığı dilden cevabının verilmesi elzemdir. Zira çizmeyi aşanın haddini fırçayı tutan elin vermesi haktır, hakkıdır.

Camide bu işin yapılmasına izin verenlerin de gereken muameleyi görmeleri icaptan olsa gerek…


[1] “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17)

[2] Zülfikar Mecmuası, Yirmibeşinci Söz, s. 120

[3] İşaratü’l-İcaz, s. 64

Yorum bırakın